Erzincan'daki sahafta rastlamıştım kitabına. Daha önce
sadece adını bildiğim bu adamın iki kitabını hiç düşünmeden almıştım. Aldığım
kitaplardan birini hiç okumadan elden çıkarmış diğerini ise asla bitiremeyerek
iki sene çantamda taşımıştım. İlk hikayesini okuduğumda bir göçten
bahsedeceğini düşünmüş ve seçtiği özne adlarından ötürü onu Tanrı Dağı
Türkçülerinden ilan etmiştim. Tüm sırlarını çözmüş olmanın verdiği gururla
kitabı bir kenara kaldırmış, yazarın tabiriyle “hınzırca” bir hisle konunun
üzerini kapatmıştım. Bir sene sonra bazı dürtülerle kitabı tekrar elime
aldığımda evimde bir yer keşfetmenin verdiği heyecana benzer bir heyecan ve
mutluluk yaşadım. Her yeni sayfada intikam dolu gülüşlerle yanılgımın tadını
çıkartıyordum. Kışlak kahvemde kitabı okuyor yazlık kahvemde notlar alıp
heyecanımı atıyordum. Diliyle Anadolu öykücülüğüne yakın dursa da “Palto” gibi
monologlarla örülü karmaşık hikâyeleriyle dönemini yakalıyor hatta üstüne
çıkıyordu. Pek çok hikâyecide yakaladığım yazar maskesine hiçbir hikayesinde
rastlamadığım bu adam sanki kahveden biri kılığında beni seyrediyor ve hâlime
gülüp hikâyesine devam ediyor gibiydi. Sayılı günler gibi kitap da bütün
güzellikleriyle bitti bir gün. Sıra hikâyecinin hikâyesini öğrenmeye geldi. Sitem ve
kızgınlık dolu buruk bakışlar, sigara dumanı gibi donuk ve boğuktu. Elimdeki
kitabın ilk baskı olması kitabı almam için de okumam için de beni
heveslendirmişti. Ancak kitabın baskı tarihi aynı zamanda yazarının ölüm
tarihiydi. Evet, bütün güzel hikayeler gibi sayılı günler de son bulmuştu.
Yazar yaşadığı gibi ölmüştü. Dedesinin ona anlattığı gibi:
“ ‘Siz hiç sabaha karşı
çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses? Bir adam
gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir MÜNADİ GÖÇ ZAMANIDIR diye haykıran?’
Dede olmalıydı
şimdi. Size derdi ki, siz de duyacaksınız bir gün. Sonra gülümser, gözleri
uzaklara dalar giderdi.”
Yorumlar
Yorum Gönder