Ana içeriğe atla

KİTAP ŞUURU - NEVZAT KÖSOĞLU



İnsanlarımızın kitap karşısındaki tavrı, çok şeyleri açıklayabilecek güçte ve biraz da hüzünlü bir hikâyedir. Bir yamacına yaslanır derin derin düşünürsünüz, öbür yanı öfkeden kudurtur.

İslâm inanç ve düşüncesi, kültürümüze özünü kazandırırken ferdî ve içtimaî davranışlarımızın yönünü kitap belirlerdi. Bu, gerçek diri çağlarımızda, hayatın her safhasına ve her meselesine ölçüyü kitap verirdi. Hakanımızdan çobanımıza kadar, bu ölçülerle şekillenerek aynı ruh iklimine yönelirdik. Böylece, dünyamız, daha bir sağlamlaşır, varlığımız, imanımızın temellendirdiği bir teminata kavuşurdu.
Osman Gâzi Hazretlerine, pazarda ticaret yapanlardan vergi namıyla bir miktar para alması tavsiye edildiğinde, ilk sözü, ‘’Şeriatte yeri var mıdır?’’ sorusu olmuştu. Ömrü, eni konu, bir karış toprak ve sabanla sınırlanmış olan da, davranış ve düşüncelerinin kitaptaki yerini sorardı. Kitapta yeri var mı? İşte bizi asırlarca hâkim kılan soru…
Kitap şuuru, millî bünyemizin en büyük dokuyucu unsuru idi. Padişah-ı cihan ile taciri, yan yana durduran, âlimle cahili aynı değer çizgisi üzerinde yürüten harikulâde güç; bizi yıllarca, tarihe dev bir sütun gibi diken bu şuurdu.
Bu şuur, içtimaî ve ferdî plânda, bir kendi kendini sınırlandırma ve denetleme olarak ortaya çıkardı. Devletin resmî hukuk düzeni ile, millî değerlerin çatışmadığı zamanlarda, hukukî müeyyidelerle beslenir, asıl önemlisi, hukuk düzeninin alt yapısını, vicdanlardaki temelini teşkil ederdi. İçtimaî tepki ve müeyyideler de kitap ölçülerine göre ortaya çıkardı. Vicdanî, içtimaî ve hukukî kaynaklardan gelen değişik müeyyideleri, aynı ölçülerle, aynı yönde ve iç içe gerçekleştirebilen böyle bir şuur ve düzenin incelik ve heybetini kavramak güç değildir.
Bu şuuru en yoğun hâliyle ve kendi düzenimiz içinde yaşadığımız zamanlar oldu. O büyük zamanları büyük millet olarak yaşadık.
Bu şuurun çözülmeye başlaması ile, hem devletimiz, hem insanımız sallantıya düştü, en güçlü dayanağını kaybetti. Ferdin iç çekişmeleri ile birlikte, millî hayatımız da çeşitli değer çatışmalarının savaş alanına döndü.

İslâm tarihinin insanlığa en büyük hediyelerinden biri sayılabilecek olan fetva müessesi kitap şuurunun içtimaî sahadaki teşkilâtlanması idi. Devletimizin harp kararlarından, ferdin en küçük sosyal davranışlarına kadar her şey fetvanın süzgecinden geçerek varlık kazanırdı. Sonra bir gün fetva, kitabına uydurma sanatı olmaya yöneldi. İşte, biz o gün bittik. Ve artık zaman, bizi çiğneye çiğneye kişimizi nefsine, milletimizi bu günkü zillete mahkûm etti.
Kitap şuuru, milletimizi, yazılı olan her şeye dünyanın en saygılı insanları hâline getirdi. Kur’ân-ı Kerim yazılı bir Kitâb’dı. Diğer bütün yazılanlar da. O’na olan yakınlıklarına göre saygıdeğer yerlerini aldılar. Yazılı kâğıtlar -ne yazılmış olursa olsun- ayak altlarında görünmez oldu, saygıyla kaldırılarak duvar deliklerindeki yerlerine konuldular.
Halkımızın kitaba olan bu saygısı, tabiî olarak aydınlar karşısındaki tavrına da sindi; aydın kişiye büyük saygı duymaya başladı. Onun bakışında aydın, kitap yazan, kitaptan söz eyleyen, kitabın dışına çıkmayan adamdır. Kültür seviyesi kitapla doğrudan doğruya ilgi kurmasına imkân vermeyen halkımız için aydın; kitabı konuşturan, kitapla kendi arasındaki kişidir, yol göstericidir. Oysa, kitap şuurunun çözülmesinde, hele son iki yüz yıl boyunca, aydınlarımızın günahı küçümsenemeyecek kadar çok ve sonuçları itibariyle acıdır.
Aydınlarımız, milletimizin kendilerine olan bu bakışının farkında idiler. Ve bütün, millî olana yabancılaşma gayretlerini, daima “kitabına uydurma” nın yollarını aradılar, bu noktayı ihmal etmediler. Aydından gelen birçok hareketler karşısında halkımız, “kitapta yeri vardır” diye, en azından tarafsız kaldı. Fakat gittikçe açığa çıkan çelişmeleri, yabancılaşmaları kavradıkça, kitabından şüphe etmediği için aydınlardan soğumaya, onlara olan inancını yitirmeğe başladı. Cumhuriyetle beraber, aydın-halk yabancılaşması, artık resmî cepheler halini aldı.
Çünkü aydın artık açıkça kitabın dışına çıktığını ilân etmiş ve bir başka kitabın ölçülerini maddî müeyyidelerin garantisi altına almıştır.
Şimdi ise, tercüme hukuk, taklidî ahlâk ve gün geçtikçe yeniden canlanıp kıpırdayan kitabî değerlerimizin millî bünyemizdeki kavgasını yaşıyoruz.



Aralık 1969

(Ötüken Neşriyat/Nevzat Kösoğlu/Kitap Şuuru/1998)








Yorumlar