Ana içeriğe atla

MUSTAFA ÇİFTÇİ İLE TANIŞMA - A. ENBİYA UZDİL


Evvela bir dostun yazısında, sonra da başka bir dost ile muhabbet ederken rasgelmiştim ismine. Bu abi, Anadolu'nun Yozgat vilayetinde memleket hikayeleri derliyor, dört bucağına dağıtıyordu. Hemen hemen herkesin başından, yanından, yakınından geçmiş olan gurbet, yoksulluk, ayrılık ve tabi ki sevda hikayelerini anlatıyordu kitaplarında. Dedim ya birkaç defa ismine rastlamıştım amma henüz kitaplarını elime alıp da sayfalarını karıştırmak nasip olmamıştı o zamana kadar. Anadolu hikâyeleri yazanlara karşı gezip görmedikleri, eğilip dokunmadıkları, sesine kulak verip dinlemedikleri bir hikâyeyi, yazmış olmak için yazdıklarını düşünerek bir önyargı besliyordum. Bu sebeple de tanıyıp bildiğim birkaç isim dışındaki kişilerin kitaplarını okumaktan imtina ediyordum. Necip Fazıl Edebiyat Ödülleri'nde yaptığı o mütevazi konuşmasını bir vesile izledikten sonra Mustafa Çiftçi'nin bu güruhtan olamayacak kadar içli bir yüreği göğsünde taşıyor olduğuna kanaat getirerek okumaya karar verdim. 
Mustafa Çiftçi'nin yayınlanan toplamda dört kitabı vardı. Bunlar: "Adem'in Kekliği ve Chopin, Bozkırda Altmışaltı ve Ah Mercimeğim." Bir de Tanıl Bora ile birlikte derledikleri "Yengeler Cumhuriyeti". Lise yıllarından beri dostum, ahbabım, yoldaşım olan İstanbul’daki gurbet ortağımla beraber birer kitabını alıp okumaya başladık. O "Ah Mercimeğim"i, bense "Bozkırda Altmışaltı"yı... İletişim yayınlarından basılmaya devam eden kitaplara ulaşmak ise hiç de kolay olmadı. Gezmediğimiz kitapçı bırakmamış olsak da en sonunda kitapları internetten sipariş etmek durumunda kaldık. Ticarethaneye dönüşmüş kitabevleri yüzünden kâğıt israfı olan kitaplara ulaşmak dışında bütün kitaplara erişimimiz gün geçtikçe zorlaşıyor. Bu vesileyle öğrendik ki Çiftçi'nin kitapları da bu zorluktan nasibini alanlar arasındaymış. Bir "Müjgan", bir "Elif, Tina ve Tolga", bir "Çati'ye Kıyamam" etmeyen hikâyelerin rafları işgal ettiğine üzülerek şahit olduk. Neyse, biraz arasak da hâlâ ulaşabileceğimiz bir mesafede duruyor olmasıyla şimdilik avunabiliriz.

Sınav dönemine yakın bir zamandı yanlış hatırlamıyorsam. Günlük çalışmamızı yapmış, dinlenme hâline geçmiştik yavaş yavaş. Yurt ortamının, gurbetin, yorgunluğun verdiği bir nevi bezginlik haliyle kitabı ilk kez elime aldım. Sayfalar ilerledikçe kimi yerde gözlerim doluyor, ciğerden bir dolu 'vayh' çekiyor, kimi yerdeyse kendimi kahkahamı bastırmak için ağzımı tutmaya çalışırken buluyordum. Dört kişilik yurt odasında bu hâlim odanın diğer sakinleri tarafından garipsenmedi de değil tabi. Aynı hikâye içinde aradaki bu geçişler kitabın daha ilk hikâyesi olan “Hândan Yeşili”nde kendini belli ederek yazarın dil ve işleyişinin rengini ortaya koymuş oluyordu.

Bugünü izleyen günlerin birinde kitapları beraber aldığımız dostum da "Ah Mercimeğim" hikâyesini benzer belirtiler göstererek okumaya başladı. İkimiz de zaman zaman okuduğumuz hikâyeleri birbirimize anlatacak oluyorduk anca diğerimiz hemen ona mâni olup susturuyordu. Ders, sınav vesaire telaşesinden de birbirimizin hikâyelerini okumaya fırsat bulamıyorduk. Bir gün artık daha fazla dayanamayıp hikâyeleri birbirimize okumaya karar verdik. Yurtta bizim “mağara” dediğimiz, insanların önünden geçip de fark etmedikleri, içinde bol bol sigara içip, muhabbet sohbet ettiğimiz, bağlama çalıp türkü söylediğimiz odaya çekilip okumaya başladık. Yaklaşık bir-bir buçuk saat boyunca zaman zaman yüzümüzü aydınlatan çakmak alevinin, ağır ağır yanan kâğıdın ve eksikliğini duyduğumuz bir yudum çayın eşliğinde kıraatimizi tamamladık. Mustafa Çiftçi betimlemeleriyle, öyküsüyle, kurgusuyla, diliyle, üslubuyla bizi mest etmişti.

İşte o betimlemelerden biri. Bir annenin oğlunu teselli etmek için kanatlarıyla onu sarmasını anlattığı o cümle.
"Hiçbir şey demedi. Boynuma sarıldı. Usulca sarıldı. Gül sarmaşığı duvara nasıl sarılırsa öyle sarıldı. "

Vayh.

Yorumlar