Evvela bir dostun yazısında,
sonra da başka bir dost ile muhabbet ederken rasgelmiştim ismine. Bu abi,
Anadolu'nun Yozgat vilayetinde memleket hikayeleri derliyor, dört bucağına
dağıtıyordu. Hemen hemen herkesin başından, yanından, yakınından geçmiş olan
gurbet, yoksulluk, ayrılık ve tabi ki sevda hikayelerini anlatıyordu
kitaplarında. Dedim ya birkaç defa ismine rastlamıştım amma henüz kitaplarını
elime alıp da sayfalarını karıştırmak nasip olmamıştı o zamana kadar. Anadolu
hikâyeleri yazanlara karşı gezip görmedikleri, eğilip dokunmadıkları, sesine
kulak verip dinlemedikleri bir hikâyeyi, yazmış olmak için yazdıklarını
düşünerek bir önyargı besliyordum. Bu sebeple de tanıyıp bildiğim birkaç isim
dışındaki kişilerin kitaplarını okumaktan imtina ediyordum. Necip Fazıl
Edebiyat Ödülleri'nde yaptığı o mütevazi konuşmasını bir vesile izledikten sonra
Mustafa Çiftçi'nin bu güruhtan olamayacak kadar içli bir yüreği göğsünde
taşıyor olduğuna kanaat getirerek okumaya karar verdim.
Sınav dönemine yakın bir zamandı yanlış hatırlamıyorsam.
Günlük çalışmamızı yapmış, dinlenme hâline geçmiştik yavaş yavaş. Yurt
ortamının, gurbetin, yorgunluğun verdiği bir nevi bezginlik haliyle kitabı ilk
kez elime aldım. Sayfalar ilerledikçe kimi yerde gözlerim doluyor, ciğerden bir
dolu 'vayh' çekiyor, kimi yerdeyse kendimi kahkahamı bastırmak için ağzımı
tutmaya çalışırken buluyordum. Dört kişilik yurt odasında bu hâlim odanın diğer
sakinleri tarafından garipsenmedi de değil tabi. Aynı hikâye içinde
aradaki bu geçişler kitabın daha ilk hikâyesi olan “Hândan Yeşili”nde kendini
belli ederek yazarın dil ve işleyişinin rengini ortaya koymuş oluyordu.
Bugünü izleyen günlerin birinde kitapları beraber
aldığımız dostum da "Ah Mercimeğim" hikâyesini benzer belirtiler
göstererek okumaya başladı. İkimiz de zaman zaman okuduğumuz hikâyeleri
birbirimize anlatacak oluyorduk anca diğerimiz hemen ona mâni olup
susturuyordu. Ders, sınav vesaire telaşesinden de birbirimizin hikâyelerini
okumaya fırsat bulamıyorduk. Bir gün artık daha fazla dayanamayıp hikâyeleri
birbirimize okumaya karar verdik. Yurtta bizim “mağara” dediğimiz, insanların
önünden geçip de fark etmedikleri, içinde bol bol sigara içip, muhabbet sohbet
ettiğimiz, bağlama çalıp türkü söylediğimiz odaya çekilip okumaya başladık.
Yaklaşık bir-bir buçuk saat boyunca zaman zaman yüzümüzü aydınlatan çakmak alevinin,
ağır ağır yanan kâğıdın ve eksikliğini duyduğumuz bir yudum çayın eşliğinde
kıraatimizi tamamladık. Mustafa Çiftçi betimlemeleriyle, öyküsüyle, kurgusuyla,
diliyle, üslubuyla bizi mest etmişti.
İşte o betimlemelerden biri. Bir annenin oğlunu teselli etmek
için kanatlarıyla onu sarmasını anlattığı o cümle.
"Hiçbir şey demedi. Boynuma sarıldı. Usulca
sarıldı. Gül sarmaşığı duvara nasıl sarılırsa öyle sarıldı. "
Vayh.
Yorumlar
Yorum Gönder