Kaderlerinin
aynı olduğu söylense de hikâyeleri birbirine hiç benzemez aslında. Sarp
kayalıkların ucunda, uzak dağların eteklerinde açan rengarenk çiçekler gibi
hepsinin kokusu, şekli başka başkadır ve hepsinin ayrı bir hikayesi vardır
kulak verip dinlediğinizde.
Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif
(Muhibbî)
Bazen her şey dost meclislerinde öylesine
ağızdan çıkan “bir dergi yayımlayalım” sözleri ile başlar ki ciddi dost
meclisleri için, tehlikeli, hatta sihirli bir cümledir bu. Yapalım edelimle
biten onlarca mevzu konuşulmuş olsa da bu tür sohbetlerde içinde “dergi” geçen
bu cümle, en tehlikelisidir ve mutlaka birilerini ağına düşürür. Tıpkı âşığın,
mâşukun her halini kendisine bir sebeb-i ümit sayması ve her sözün neticesini
ona bağlaması gibi bundan sonra bütün meclislerde “dergi” kelimesinin büyüsüne
kapılmış olan kişi, lafı döndürür dolaştırır ve yine ona getirir sonunda. Öyle
ki, artık yalnızca “dergi” toplantıları yapılmaya başlanır bir zaman sonra. Yol
açık ve ufuk aydınlıktır bu aşamada. Habire yeni ve parlak fikirler atılır
ortaya; ama kimse “olmaz”, demez bu meclislerde. Kimse; benden hayır bekleme,
demez. Konuşuldukça, sözler ve düşünceler ağır işleyen bir büyü, bir zehir gibi
kalplere süzülmeye devam eder ve bu heyecan nihayetinde bazılarında tedavisi
namümkün bir hastalığa dönüşür.
Oysa dışardan bakıldığında hiçbir mâkul
izahı yoktur bir edebiyat dergisi yayımlamanın. Hatta kimileri için çoğu zaman
ve yel değirmenlerine savaş açmak kadar anlamsızdır ve deliliktir böyle bir işe
kalkışmak. Bilmezler ki bu da bir masaldır ve hatırası, yarası bir ömür tozlu
raflarda saklanır.
Efsâne-i Mecnûn ile Leylâdan usandık
(Nâbî)
Her dergi evveliyatında bir “Mehlikâ
Sultan” masalıdır “yedi genç”le başlayan. Ancak masalın nihayetinde yalnızca
“yedinci genç” kalır Mehlikâ’nın sevdasıyla ki; o genç bir zaman sonra bu
masalın “esasoğlanı” olarak anılır.
Biraz baba olmaya benzer bir derginin cümle
yükünü sırtında taşımak ve her yeni sayı matbaadan alındığında o heyecan bir
kez daha yaşanır telaşla çevrilen sayfalar boyunca. Biraz da sevdalanmaya
benzer bir derginin adını kalpte taşımak ve onun ümitli aydınlığıyla güne
başlamak belki baraz da bile bile ateşe uzanmak, dibi yok kuyulara bile bile
kendini bırakmaktır.
Şayet çocukları varsa “esasoğlan”ın,
babanın dergisi; en küçük ve en çok sevilen, hatta kıskanılan kardeştir onlar
nazarında. Dergi sahibinin hanımı için kocasının dergisi çoğunlukla kumadır
fakat yine de çekinmez “ucun ucun” biriktirdiği üç beş kuruşu yahut alınırken
böyle bozdurulacağını hiç düşünmediği bileziklerini, gerektiğinde matbaa
borcuna feda etmekten. Dergi kapandığında ve son sayı yasla eve getirildiğinde
nedendir en çok üzülen çocukları ve eşidir “esasoğlan”ın. Başkaca kim görür,
kim anlar, kim teselli verir ki…
Değdiği kalbi zehirleyen ama öldürmeyen,
seneler geçse de o kalbi terk etmeyen, bir sevdadır dergi yayımlama hevesi,
hangi baharda sancıyacağı belli olmaz.
Elin kâşânesinden kûşe-i virânemiz yeğdir
(Baki)
Çoğuna göre akvaryumda balık, kafeste kuş
beslemekten daha anlamsız olsa da bir dergiyi hayatta tutabilme çabası,
dergiler; sırf varlığını görebilmek için kırk kapıya değnek çalarak, uzak
dağlardan taş, kuru tepelerden pur toprağı taşıdığımız, gece gündüz demeden
duvarına, sıvasına emek sarf ettiğimiz, merkeze uzak daracık evlerimizdir
bizim. Yazın sıcağından ve kışın soğuğundan onun çatısı altına sığınırız.
Önceleri, her odasının bizim olduğunu bilmek ve küçücük pencerelerimizden
dünyayı seyretmek yükseltir alçacık tavanımızı, engin ovalara çevirir küçük
odalarımızı. Gün görmese de hiçbir köşesi evimizin, sıcak umutlar etrafında
toplanır, ısınır, hayal kandilleriyle aydınlanırız uzun kış gecelerinde.
Selamlar, misafirler gelir başka başka
diyarlardan. Rüyada olduğumuzu bile bile bulutlara değsin isteriz başımız.
Güneşe dokunmak, yağmur damlalarına tutunarak okyanuslara karışmak isteriz.
Dehr içinde hangi gün gördük ki akşam olmaya
(Cinânî)
Bir gün başımızda bir ağrı ile uyanmaya
başlarız. Vakit geçmiş gün ikindiye dönmüştür. Renkler solmuş, rûzigâr
sıvalarını çatlatmıştır evimizin. Duvarlarımız kararmış, odalarımız daralmış,
evimizin tavanı sırtımıza yaklaşmıştır iyice. Herkes her şey yabancı, herkes
uzak görünmeye başlar gözümüze.
Hayat efsununu alır kalplerimiz üzerinden.
Hayatın ve umudun tükendiği yerde yalnız kalırız birden ve üşümeye başlarız.
Birden şarkı biter, müzik kesilir ve saat
on ikiyi vurur. Öylece kalakalırız olduğumuz yerde, gecenin tam ortasında.
Eşyanın gerçek yüzü görünür gözümüze. Etrafımızdaki herkes ve her şey aslına
döner. Yıldızlar kaybolur gökyüzünden.
Duymasın ağladığını dide-i giryan bile
(Riyâzî)
Gitmek mi bırakıp her şeyi olduğu yerde,
başkalarının lüks evlerine misafir, kiracı olmak mı; yoksa kalıp bir harabede,
gönlün duvarlarını da karaya boyamak mı?
Bu yarım hıçkırık ömür boyu kalır kaldığı
yerde. Kabuk bağlamayan, kanı kurumayan, sızısı dinmeyen bir yaradır ömrümüz
içinde bu hikâye.
Ne yâr, ne yâd olmuş bir sevgiliye ait,
ömür boyu sandıklarda saklanan eski mektuplara, kenarları kırılmış, sararmış
fotoğraflara benzer dergilerimiz vakit tamam olup da kapandığında sayfaları ve
iki kapak arasına alınıp kaldırıldığında raflara.
Yorumlar
Yorum Gönder