Askerliği
ve askerdeki arkadaşını kıymetli bilip beni kitapsız bırakmayan
Kırşehirli
Mahir Kavun’a ve Yozgatlı Ufuk Türk’e
Bozkır, Türklerin kadim yurdu… Bozkırdan göçen Türkler Anadolu
coğrafyasında da önce bozkırı yurt edindiler, ilk medreselerini, ilk dergâhlarını
bozkıra kurdular. Bozkır o günden bugüne sadece bir coğrafyanın yahut bitki
örtüsünün adı değil; insan ilişkilerini, dünyaya bakışı, vatan-millet-din
mefhumlarını da içine alan bir kültürel Türk hâl. Yunus Emre’nin, Ahi Evran’ın,
Bektaş Veli’nin diz vurup dergâh kurduğu bozkır, bugün aynı ruhu korumaya
gayret ediyor. Öyle ki o ruh, sesini ve ahengini Âşık Veysel’de, Neşet
Ertaş’ta buluyor bugün. Orta Asya’daki koşuğun yerini türkü, kopuzun
yerini bağlama alıyor ve Türk’ün derdi, tasası bozkırda dile gelmeye devam
ediyor. Neydi bozkırın derdi? Neşet Ertaş’ın deyişi ile “Bir ayrılık, bir
yoksulluk, bir ölüm…”
Mustafa Çiftçi “Bozkırda Altmışaltı”da Yozgat özelinde bütün bir bozkırı
anlatıyor. Yozgatlı olan yazar, memleketine vefa borcunu ödemek adına kitabın
adına bir “altmışaltı” eklese de bozkır Kırşehir’de yahut Yozgat’ta aynı
bozkır. Uçsuz bucaksız bozkırı plakalar ile sınırlar ile parçalama imkânı yok. Bozkırı
anlatıyor yazar. Bozkır insanının ayrılık, yoksulluk ve ölümden müteşekkil
dertlerini. Ayrılık, yeri geliyor yâr’dan oluyor, “neredesin sen” dedirtiyor
bozkır insanına, yeri geliyor vatan’dan oluyor “canım benim Anadolu” dedirtiyor.
Sevdasını söylemeye utanan mahcup bozkır insanı yâr’dan ayrı kalıyor, ekmeğin
peşine düşüp vatan’dan ayrı kalıyor. Her birinin bir örneğini bulmak mümkün
kitaptaki hikayelerde.
Bozkır insanının vatan, millet ve devlet mefhumları için de söyleyecek
çok sözü var. Bir hikâyede yetimhanede büyüyen bir çocuğa devletin iş vermesini
şöyle yorumluyor mesela bozkırın insanı: “Devlet dediğin ne için var, he mi
gardaşım?” Bozkır insanı için devlet bu anlama geliyor. “Devletsiz olmaz” diyor
ve belki bu yüzden bozkırın çocuğu en çok asker olmayı tercih ediyor. Uzman
çavuş oluyor mesela. ”Sigortalı bir iştir, başladım, hem vatandır.” dediğine
geliyor şairin. Vatan sevdası ile ekmek derdini harmanlıyor.
Yazar, bir hikâyede bozkırdaki yaşlıların rugan ayakkabılar giymelerine
şaşırıyor ve sorguluyor. Sonra anlaşılıyor ki bu rugan ayakkabılar asker olan
oğullara bayramlarda giymeleri için verilen tören ayakkabılarıymış da babalar
da oğulların eskilerini giyerlermiş köy yerlerinde. Bu satırları okurken nöbet
tuttuğum lojmanların önünde tanıştığım oğlu uzman çavuş olan Kırıkkaleli amca
geliyor aklıma. Bir oğlu uzman çavuş, damadı uzman çavuş, torunu uzman çavuş. Bayan
kuaförü olarak çalışan torununun işini beğenmediğinden dert yanıyor bana. “Erkek
adamın yapacağı iş mi?” diyor, “Şunu da bir uzman çavuş yapsak.” diyor. Bozkırdan
çok uzakta ikamet eden bu torununun Kırıkkale’yi sevmeyişinden de şikâyet
ediyordu ki kitapta da bozkıra bir şekilde küsen, kendini büyük şehirlere atan
ve bir süre sonra “eve dönen” bir kahraman olduğunu hatırlıyorum. Bozkır,
işsizliğin de yurdu bir bakıma. Turizm yok, sanayi yok. Bozkır, evlatlarını
doyurmakta zorlanıyor bazen. İşte o zaman gurbetlik derdi başlıyor. Kâh Ankara,
kâh Alamanya fark etmiyor, kapının ardı gurbet.
Burada “Turizme inanmıyorum, sanayileşme karşıtı bir adamım.” sözleri
geliyor aklıma Mustafa Kutlu’nun. Bozkıra turizm ve sanayi uğramadığı için
belki de bozkır bin yıldır ruhunu korumaya gayret ediyor. Varsın uğramasın...
Yorumlar
Yorum Gönder