Ana içeriğe atla

HAYATIN TADI TUZUYDU OKUMAK - AHMET DOĞAN İLBEY


İkinci sınıf heveskâr bir kitap okuyucusunun harcıâlem bir okuma mâcerasından birkaç kareyi satırlara döktüğüm için usta kitap okuyucuları ve kitap tiryakileri fakîri affetsinler. Okumak, ibadetlerden sonra en derûnî, en fikirli faaliyettir, yâni tefekkürün yoluna girmektir. Okumaktan gaye en evvel kendi hüviyetine ait değerler dünyasını sahiplenmek, sonra bütün insanlığın derûnunu tanımak.

Okurken kendi var oluşumun peşindeyim. Okuyarak tutunduğum dünya derûnumda saklı olan kendi hikâyemdir aslında. Okumaya başladığım her kitapla aradığım dünyanın peşine düşmüş oluyorum. Bir odada kitapların sayfalarında seyahat ettiğimde şahsiyetimi buluyor, gerçek hüviyetimi kazanıyorum. Göz emeği döktüğüm her okuma sırasında iç mâna gözüme de sahip oluyor, hayatın hayhuyundan sıyrılıp fikirli ve edebî bir hayatımın var olabileceğini öğreniyorum. 

Boyuma bakmadan okuduğum kitaplar
Anlatacaklarımı komik bulmayın; sokağa çıkarken ve işe giderken yanıma birkaç kitap alırım hep. Hâne halkıyla kafamı tutmayan mecburi misafirliklerde ve hasta bir yakının yanında yatılı refakatçi olmam durumunda okumak için masamda ayrılmış kitaplar hazır bekler. Seyahatim pek olmasa da kısa mesafeli yolculuklarda, ne olur olmaz, bir yerde mahsur kalır da sıkılırım diye yanımda daima bir-iki kitap bulundururdum.                                                                                 

Bundandır ki ilkokul beşinci sınıfta ilk olarak Jules Verne’nin “Esrarlı Ada” ile birkaç romanını ve Daniel Defoe’nun “Robenson Cruzeu” unu, ardından Kemalettin Tuğcu’nun çocuk romanlarını sektirmeden okudum. 1968 yılında Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kızıl Tuğ”, “Kolsuz Kahraman”, “Malkoçoğlu” ve “Seyid Ali Reis” romanları ile Oğuz Özdeş’in “Oğuz Han”, “Karapençe’nin İntikamı” “Şafak Sökerken” ve “Tuna Nehri Akmam Diyor” romanlarını su içer gibi okuduğumu hatırlıyorum. O devirde tarihî roman olarak bu türden kitaplarla tanıştım. Çocuk kafam bu neviden romanlara meyilliydi. Muhitin çocuklarına göre üstünlük kazandığım duygusuyla Bekir Büyükarkın’ın “Son Akın “ ve “Sel Gibi” adlı tarihî romanlarını okumaya bile cesaret etmiştim.

Hazreti Kan Kalesi’yle Tommiks’i bir arada okumak
Aklımın yettiği 1963-1970 yılları arası, güler yüzlü (!) Amerikan kültür emperyalizminin Türk çocukları üstündeki en tesirli vasıtası siyah beyaz çizgi romanlardı. Amerikan kahramanlarını anlatan Tommiks, Teksas, Zagor gibi çizgi romanları, İslâm kahramanlarımızı destansı bir şekilde anlatan, kapağı ve iç sayfaları sarı saman kâğıt olan “Hazreti Kan Kalesi” “Hazreti Ali Cenkleri” ve “Battalgâzi” gibi kitapları bir arada okuyan talihsiz nesildenim. Çocuk dimağımızda iki farklı sembol vardı. Hazreti Ali’nin atı Düldül’le Tommiks’in atı Napolyon’u ayırt edemezdik. Hazreti Ali’nin gâza arkadaşı Ebul Muhsin’le Tommiks’in arkadaşları Konyakçı ve Doktor Salasso’yu aynı anda severdik. Hazreti Ali’nin gâza ettiği Hantele ve Kan Kalesi’yle Tommiks’in Kulvar Kalesi’nin mahiyetini nasıl bilecektik? Hazreti Ali kâfirlerin kumandanı Kahkaha ile savaşıyordu, Tommiks ise Kızılderililerle... Körpe dimağımızda ikisi de düşman ve kötüydü.

İlk dergi aboneliğim ve müptelâlığım 1967’de “Doğan Kardeş” dergisiyle başlamıştı. Ansiklopedik bilgiler de veren bu sevimli çocuk dergisini aralıksız iki yıldan fazla alıp okumuş ve mahalle arkadaşlarıma da okutmuştum. 1968’de Sezgin Burak’ın çizgi roman hâline getirdiği “İnce Memed” romanını yayınlayan Hürriyet Gazetesini sektirmeden alıp okuyordum. Aynı yıllarda Hürriyet Gazetesinin kuponla verdiği kitapların çoğunu alıp okumuştum.

Okuma tiryakiliğinden olacak ki boyuma bakmadan İngiliz yazar Andy Mulligan’ın ciltli ve selefon kaplı romanı “Çöplük”ü yine bu yıllarda alıp okumanın heyecanını yaşadım. Son derece az okuyan, hattâ hiç okumayan bir muhitin çocuğu olarak bu “acıklı” kitabı taydaşlarıma anlata anlata bitirememiştim. On iki on üç yaşlarındayım, okuma statümün yükseldiğini zannederek, Dostoyevski’nin koyu bordo renk kabartma deri ciltli “Suç ve Ceza” sını almıştım. Hem adı ilgimi çekmişti, hem de ciltli bir kitabım daha olsun diye iki haftalık harçlığımla varmıştım kitapçıya. Çocukluk işte, bu kitabın iki cilt olduğunu bilmediğimden 2. cildini almışım. Değiştirmeye utandım ve başladım okumaya. Ne okuma amma! İlk yirmi sayfadan sonra anlamayınca bıraktım. Kutumun içinde durur, arada bir cildine dokunur, mektep arkadaşlarıma böbürlenerek gösterirdim.

Türklük hakkındaki fikirlerini bugün beğenmediğim, vefatına yakın yazılarıyla “Türk gençlerinin dimağını ifsad ediyor” diye reddiye yazdığım Nihal Atsız’ın iki kitap hâlinde “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” ve Murat Sertoğlu’nun “Allah’ın Aslanı Ali” romanlarını ortaokulda pür-heyecanla okumuştum. Hemen peşinden 1969 yılı baharında, fikirlerini paylaşmamam gerektiği söylenen Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanını, eşkıya tefrikalarına düşkünlüğümden dolayı iki günde okuyunca arkadaşlarıma hava atmaya başlamış, çalımımdan geçilmez olmuştu. İstanbul’dan getirttiğim bu kitap taşrada henüz yoktu. Önüme gelene anlatıyordum bu romanı. Propagandamın tesirinden olacak babam yaşında yakın bir akraba da istemiş ve okumuştu.

Fikrî cenahımın telkiniyle okuma istikâmetim netleşiyor
Yetmişli yıllar, yâni ideolojilerin kol gezdiği yıllarda sosyal meseleler hakkındaki kitapları fikir cenahımın tesiriyle okumaya başladım. Fakat altyapı ve rehber olmayınca okuduklarımı iyi hazmedemediğimi çok sonra anladım. İlhan Darendelioğlu’nun “Türkiye’de Komünist Hareketleri” gibi, dönemin şartlarında dolayı Komünizm tehlikesine dair birkaç kitap daima başucumdaydı. Şiirde ilk göz ağrım olan Abdurrahim Karakoç’un “Vur Emri” ni sayısız defa okudum. Üstad Necip Fâzıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı yıllarca kalkmadı başucumdan. Üstadın, “Rapor”-1-2-3-4 serisi ile “Son Devrin Din Mazlumları”, “Yunus Emre”, “Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar”, “Kafa Kâğıdı”, “İhtilâl” ve “Cinnet Mustatili” kitaplarını da “fikir adamı” olayım diye vecd içinde okuduğumu unutamam. 

Mehmed Âkif’in “Safâhat”ını da derinlemesine nüfuz edemesem de öne çıkmış şiirlerini okurdum. Böylece insan içine çıkışım ve tavrım değişmeye başladı. Kendime güven gelmişti. Akranlarım arasında biraz daha dik durmaya ve cümleler kurmaya başladım. Ülkemin yakın tarihini ilk olarak, D. Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti” nden okuyunca kafam laht ağacına değmişti. Ardından Mustafa Müftüoğlu’nun “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” serisini, M. Necati Sepetçioğlu’nun tarihî roman serisinin ilk dördü olan Kilit, Anahtar, Kapı, Konak ile Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbı”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Fatih-Harbiye’sini okuyarak seviyemi yükseltiyor ve ciddî okuyucu oluyordum kendimce.

1980 Yılına gelmeden, fikrî meselelerimizi öğrenmek üzere okuduğum diğer kitaplar ise, âmâ üstad Cemil Meriç’in “Bu Ülke” ve “Mağaradakiler”, Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye” ve “Milliyetçiliğimizin Esasları”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Türk Kültürü ve Milliyetçiliğimiz”, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler”, Necmettin Hacıeminoğlu’nun “Türkçe’nin Karanlık Günleri” ve bu minval üzere milliyetçi düşünceyi anlatan kitaplardı. Bu dönemde Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” ve “Osmancık”ını, Cengiz Dağcı’nın “Korkunç Yıllar”ı ile “Yurdunu Kaybeden Adam”ını, ardından Emine Işınsu’nun romanları ile “Esir Türk İllerinde Doksan Gün” gibi dış Türklere dair kitaplar ve Rus yazar Aleksandr Soljenitsin’in üç ciltlik “Gulag Takım Adaları” ile “İvan Denisoviç’in Bir Günü” adlı romanlarını heyecanla okudum.

Bu kitaplar, okumayan çevreme göre iyi bir statü ve teçhizattı. Gençlik işte, daha hamlığım gitmeden on beş yirmi kitap okumakla “oldum” sanarak, kahvehâneden çıkmayan muhitin “milliyetçi” delikanlılarına “dâva”yı anlatacaktım. “1980 yılının başında fakire göre ilk ağır kitaplar, Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” ve Seyit Ahmet Arvasi’nin “Türk-İslâm Ülküsü” nün ilk cildiydi. 1980’nin ortalarında Nevzat Kösoğlu’nun “Kitap Şuuru” nu birkaç kez okuyup, bilgiç geçinmeye başlamıştım.

Kafamı değiştiren kitapları okuyunca…
Doksanlı ve iki binli yıllar, milletimi ve medeniyetimi ustaların kitapların okumaya başladığım ve zihniyetimin fikirleşmeye doğru değiştiği yıllar. Sezai Karakoç’un şiir kitapları dâhil, “Yitik Cennet”, “Dirilişin Çevresinde”, “İslâm’ın Dirilişi” gibi bir hayli kitabını geç kalmışlığın ezikliği içinde bu yıllarda okudum.  En önemlisi de İslâm medeniyetinin, kalp ve dimağı tasavvuf terbiyesiyle inşa olan Müslüman Türk insanının nasıl olması gerektiğini öğrendiğim, okudukça ecdâdın medenî ve edebî mefhumlarının derûnuna indiğim, indikçe gerçek bilgiye kandığım Ali Yurtgezen hocanın “Evin Mahremi Olmak” ve “Sâdat-ı Kiram / Hâcegân Silsilesi” adlı kitapları ile kitaplaşmayan yazıları kafamı ve zihniyetimi bütünüyle değiştirdi.

Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” den başlayarak birçok romanları da girdi dosthânemize. İskender Pala’nın Divan Edebiyatı’nı sevdiren kitaplarını da yâd etmem gerek. İlmim olmasa da, Bediüzzaman Hazretleri’nin “Sözler”, “Tarihçe-i Hayat”, “Lemalar”ve “Mektubat” ını da okumaya çalıştım.   

Hâsıl-ı kelâm; okumanın ulvî olana götüren bir vasıta olduğunu, malâyânî okumanın peşinde değil, medeniyetimizi ve irfanımızı öğreten kitapları okunmanın değerli olduğunu Ali Yurtgezen hocanın yazılarından öğrendim. 

Bundan sonrası mı? Başucumda saf tutmuş, kapakları insan yüzlerine benzeyen kitaplar okunma sırasını bekliyor.



Yorumlar