İkinci sınıf heveskâr bir kitap okuyucusunun
harcıâlem bir okuma mâcerasından birkaç kareyi satırlara döktüğüm için usta
kitap okuyucuları ve kitap tiryakileri fakîri affetsinler. Okumak, ibadetlerden
sonra en derûnî, en fikirli faaliyettir, yâni tefekkürün yoluna girmektir.
Okumaktan gaye en evvel kendi hüviyetine ait değerler dünyasını sahiplenmek,
sonra bütün insanlığın derûnunu tanımak.
Okurken kendi var oluşumun peşindeyim. Okuyarak
tutunduğum dünya derûnumda saklı olan kendi hikâyemdir aslında. Okumaya başladığım
her kitapla aradığım dünyanın peşine düşmüş oluyorum. Bir odada kitapların
sayfalarında seyahat ettiğimde şahsiyetimi buluyor, gerçek hüviyetimi
kazanıyorum. Göz emeği döktüğüm her okuma sırasında iç mâna gözüme de sahip
oluyor, hayatın hayhuyundan sıyrılıp fikirli ve edebî bir hayatımın var
olabileceğini öğreniyorum.
Boyuma
bakmadan okuduğum kitaplar
Anlatacaklarımı komik bulmayın; sokağa çıkarken
ve işe giderken yanıma birkaç kitap alırım hep. Hâne halkıyla kafamı tutmayan
mecburi misafirliklerde ve hasta bir yakının yanında yatılı refakatçi olmam
durumunda okumak için masamda ayrılmış kitaplar hazır bekler. Seyahatim pek
olmasa da kısa mesafeli yolculuklarda, ne olur olmaz, bir yerde mahsur kalır da
sıkılırım diye yanımda daima bir-iki kitap bulundururdum.
Bundandır ki ilkokul beşinci sınıfta ilk olarak
Jules Verne’nin “Esrarlı Ada” ile birkaç romanını ve Daniel Defoe’nun “Robenson Cruzeu” unu, ardından
Kemalettin Tuğcu’nun çocuk romanlarını sektirmeden okudum. 1968 yılında
Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kızıl Tuğ”, “Kolsuz Kahraman”, “Malkoçoğlu” ve
“Seyid Ali Reis” romanları ile Oğuz Özdeş’in “Oğuz Han”, “Karapençe’nin
İntikamı” “Şafak Sökerken” ve “Tuna Nehri Akmam Diyor” romanlarını su içer gibi
okuduğumu hatırlıyorum. O devirde tarihî roman olarak bu türden kitaplarla
tanıştım. Çocuk kafam bu neviden romanlara meyilliydi. Muhitin çocuklarına göre
üstünlük kazandığım duygusuyla Bekir Büyükarkın’ın “Son Akın “ ve “Sel Gibi” adlı
tarihî romanlarını okumaya bile cesaret etmiştim.
Hazreti
Kan Kalesi’yle Tommiks’i bir arada okumak
Aklımın yettiği 1963-1970 yılları arası, güler
yüzlü (!) Amerikan kültür emperyalizminin Türk çocukları üstündeki en tesirli
vasıtası siyah beyaz çizgi romanlardı. Amerikan kahramanlarını anlatan Tommiks,
Teksas, Zagor gibi çizgi romanları, İslâm kahramanlarımızı destansı bir şekilde
anlatan, kapağı ve iç sayfaları sarı saman kâğıt olan “Hazreti Kan Kalesi”
“Hazreti Ali Cenkleri” ve “Battalgâzi” gibi kitapları bir arada okuyan talihsiz
nesildenim. Çocuk dimağımızda iki farklı sembol vardı. Hazreti Ali’nin atı Düldül’le
Tommiks’in atı Napolyon’u ayırt edemezdik. Hazreti Ali’nin gâza arkadaşı Ebul
Muhsin’le Tommiks’in arkadaşları Konyakçı ve Doktor Salasso’yu aynı anda
severdik. Hazreti Ali’nin gâza ettiği Hantele ve Kan Kalesi’yle Tommiks’in Kulvar
Kalesi’nin mahiyetini nasıl bilecektik? Hazreti Ali kâfirlerin kumandanı
Kahkaha ile savaşıyordu, Tommiks ise Kızılderililerle... Körpe dimağımızda
ikisi de düşman ve kötüydü.
İlk dergi aboneliğim ve müptelâlığım 1967’de
“Doğan Kardeş” dergisiyle başlamıştı. Ansiklopedik bilgiler de veren bu sevimli
çocuk dergisini aralıksız iki yıldan fazla alıp okumuş ve mahalle arkadaşlarıma
da okutmuştum. 1968’de Sezgin Burak’ın çizgi roman hâline getirdiği “İnce
Memed” romanını yayınlayan Hürriyet Gazetesini sektirmeden alıp okuyordum. Aynı
yıllarda Hürriyet Gazetesinin kuponla verdiği kitapların çoğunu alıp okumuştum.
Okuma tiryakiliğinden olacak ki boyuma bakmadan
İngiliz yazar Andy Mulligan’ın ciltli ve selefon kaplı romanı “Çöplük”ü
yine bu yıllarda alıp okumanın heyecanını yaşadım. Son derece az okuyan, hattâ
hiç okumayan bir muhitin çocuğu olarak bu “acıklı” kitabı taydaşlarıma anlata
anlata bitirememiştim. On iki on üç yaşlarındayım, okuma statümün yükseldiğini
zannederek, Dostoyevski’nin koyu bordo renk kabartma deri ciltli “Suç ve Ceza”
sını almıştım. Hem adı ilgimi çekmişti, hem de ciltli bir kitabım daha olsun diye
iki haftalık harçlığımla varmıştım kitapçıya. Çocukluk işte, bu kitabın iki
cilt olduğunu bilmediğimden 2. cildini almışım. Değiştirmeye utandım ve
başladım okumaya. Ne okuma amma! İlk yirmi sayfadan sonra anlamayınca bıraktım.
Kutumun içinde durur, arada bir cildine dokunur, mektep arkadaşlarıma
böbürlenerek gösterirdim.
Türklük hakkındaki fikirlerini bugün
beğenmediğim, vefatına yakın yazılarıyla “Türk gençlerinin dimağını ifsad
ediyor” diye reddiye yazdığım Nihal Atsız’ın iki kitap hâlinde “Bozkurtların
Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” ve Murat Sertoğlu’nun “Allah’ın Aslanı Ali”
romanlarını ortaokulda pür-heyecanla okumuştum. Hemen peşinden 1969 yılı
baharında, fikirlerini paylaşmamam gerektiği söylenen Yaşar Kemal’in “İnce
Memed” romanını, eşkıya tefrikalarına düşkünlüğümden dolayı iki günde okuyunca
arkadaşlarıma hava atmaya başlamış, çalımımdan geçilmez olmuştu. İstanbul’dan
getirttiğim bu kitap taşrada henüz yoktu. Önüme gelene anlatıyordum bu romanı.
Propagandamın tesirinden olacak babam yaşında yakın bir akraba da istemiş ve
okumuştu.
Fikrî
cenahımın telkiniyle okuma istikâmetim netleşiyor
Yetmişli yıllar, yâni ideolojilerin kol gezdiği
yıllarda sosyal meseleler hakkındaki kitapları fikir cenahımın tesiriyle
okumaya başladım. Fakat altyapı ve rehber olmayınca okuduklarımı iyi
hazmedemediğimi çok sonra anladım. İlhan Darendelioğlu’nun “Türkiye’de Komünist
Hareketleri” gibi, dönemin şartlarında dolayı Komünizm tehlikesine dair birkaç
kitap daima başucumdaydı. Şiirde ilk göz ağrım olan Abdurrahim Karakoç’un “Vur
Emri” ni sayısız defa okudum. Üstad Necip Fâzıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı
yıllarca kalkmadı başucumdan. Üstadın, “Rapor”-1-2-3-4 serisi ile “Son Devrin
Din Mazlumları”, “Yunus Emre”, “Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar”, “Kafa Kâğıdı”,
“İhtilâl” ve “Cinnet Mustatili” kitaplarını da “fikir adamı” olayım diye vecd
içinde okuduğumu unutamam.
Mehmed Âkif’in “Safâhat”ını da derinlemesine
nüfuz edemesem de öne çıkmış şiirlerini okurdum. Böylece insan içine çıkışım ve
tavrım değişmeye başladı. Kendime güven gelmişti. Akranlarım arasında biraz
daha dik durmaya ve cümleler kurmaya başladım. Ülkemin yakın tarihini ilk
olarak, D. Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti” nden okuyunca kafam laht ağacına
değmişti. Ardından Mustafa Müftüoğlu’nun “Yalan Söyleyen Tarih Utansın”
serisini, M. Necati Sepetçioğlu’nun tarihî roman serisinin ilk dördü olan
Kilit, Anahtar, Kapı, Konak ile Peyami Safa’nın “Türk İnkılâbı”, “Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’nu, Fatih-Harbiye’sini okuyarak seviyemi yükseltiyor ve ciddî
okuyucu oluyordum kendimce.
1980 Yılına gelmeden, fikrî meselelerimizi
öğrenmek üzere okuduğum diğer kitaplar ise, âmâ üstad Cemil Meriç’in “Bu Ülke”
ve “Mağaradakiler”, Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye” ve
“Milliyetçiliğimizin Esasları”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Türk Kültürü ve
Milliyetçiliğimiz”, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Bir Nesli Nasıl
Mahvettiler”, Necmettin Hacıeminoğlu’nun “Türkçe’nin Karanlık Günleri” ve bu
minval üzere milliyetçi düşünceyi anlatan kitaplardı. Bu dönemde Tarık
Buğra’nın “Küçük Ağa” ve “Osmancık”ını, Cengiz Dağcı’nın “Korkunç Yıllar”ı ile
“Yurdunu Kaybeden Adam”ını, ardından Emine Işınsu’nun romanları ile “Esir Türk
İllerinde Doksan Gün” gibi dış Türklere dair kitaplar ve Rus yazar Aleksandr Soljenitsin’in
üç ciltlik “Gulag Takım Adaları” ile “İvan Denisoviç’in Bir Günü” adlı
romanlarını heyecanla okudum.
Bu kitaplar, okumayan çevreme göre iyi bir
statü ve teçhizattı. Gençlik işte, daha hamlığım gitmeden on beş yirmi kitap
okumakla “oldum” sanarak, kahvehâneden çıkmayan muhitin “milliyetçi”
delikanlılarına “dâva”yı anlatacaktım. “1980 yılının başında fakire göre ilk
ağır kitaplar, Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslâm
Tasavvufunun Meseleleri” ve Seyit Ahmet Arvasi’nin “Türk-İslâm Ülküsü” nün ilk
cildiydi. 1980’nin ortalarında Nevzat Kösoğlu’nun “Kitap Şuuru” nu birkaç kez
okuyup, bilgiç geçinmeye başlamıştım.
Kafamı
değiştiren kitapları okuyunca…
Doksanlı ve iki binli yıllar, milletimi ve
medeniyetimi ustaların kitapların okumaya başladığım ve zihniyetimin
fikirleşmeye doğru değiştiği yıllar. Sezai Karakoç’un şiir kitapları dâhil,
“Yitik Cennet”, “Dirilişin Çevresinde”, “İslâm’ın Dirilişi” gibi bir hayli
kitabını geç kalmışlığın ezikliği içinde bu yıllarda okudum. En önemlisi de İslâm medeniyetinin, kalp ve
dimağı tasavvuf terbiyesiyle inşa olan Müslüman Türk insanının nasıl olması
gerektiğini öğrendiğim, okudukça ecdâdın medenî ve edebî mefhumlarının derûnuna
indiğim, indikçe gerçek bilgiye kandığım Ali Yurtgezen hocanın “Evin Mahremi
Olmak” ve “Sâdat-ı Kiram / Hâcegân Silsilesi” adlı kitapları ile kitaplaşmayan
yazıları kafamı ve zihniyetimi bütünüyle değiştirdi.
Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” den
başlayarak birçok romanları da girdi dosthânemize. İskender Pala’nın Divan
Edebiyatı’nı sevdiren kitaplarını da yâd etmem gerek. İlmim olmasa da,
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Sözler”, “Tarihçe-i Hayat”, “Lemalar”ve “Mektubat”
ını da okumaya çalıştım.
Hâsıl-ı kelâm; okumanın ulvî olana götüren bir
vasıta olduğunu, malâyânî okumanın peşinde değil, medeniyetimizi ve irfanımızı
öğreten kitapları okunmanın değerli olduğunu Ali Yurtgezen hocanın yazılarından
öğrendim.
Bundan sonrası mı? Başucumda saf tutmuş,
kapakları insan yüzlerine benzeyen kitaplar okunma sırasını bekliyor.
Yorumlar
Yorum Gönder