Sokrat konuşur, öğrencileri not
tutarmış. O notlar olmasa, Sokrat'ın eseri de olmayacaktı demek ki... Belki
Sokrat'ın eseri değil ismi bile bugüne gelmeyecekti. Dünya kültür ve medeniyet tarihinde
daha niceleri, kendisini tanıyan vefakârların himmetiyle geniş kitlelere
ulaşmıştır.
Türkiye'nin en büyük şairlerinden Yahya
Kemal; Balkanlara Seyahat (1912) risalesinden başka bir şey yayımlamadığı
sıralarda, kendisini "Sokrat tarzına mensubum" diye tanıtıyor,
etrafındakiler onun sohbetleriyle gaşyoluyorlardı. Fakat o, ilk gençlik
yıllarında İrtika'da neşrettiklerini artık şiir saymıyor, hayranlıkla dinlenen,
taklit edilmeye çalışılan şiirlerini ise henüz olgunlaşmadığı kanaatiyle hiçbir
dergiye vermiyordu. Uzun bir aradan sonra tek tük imzası görülmesine rağmen o
hâlâ sohbet adamı sayılırdı. Başkaları onunla "şiirsiz şair" diye
alay etse de o mükemmele varmadan "eserim var" diyemiyordu. Ömrünün
sonuna kadar mükemmeli arayıp durdu, kitap yayımlayamadı. Bereket versin,
yazdıklarını hangi adlarla kitaplaştıracağını not etmişti. Daha da iyisi, çok
sadık bir öğrencisi, sırdaş bir dostu vardı: Nihat Sami Banarlı... Yahya
Kemal'in vefatından sonra o vefakâr insan, üstadından kalma en küçük eşya
parçasından, yazdıklarına varıncaya kadar her şeyi derleyip toparladı, kurduğu
Yahya Kemal Enstitüsünde bir araya getirdi. Yahya Kemal'in yayımlamayı
arzuladığı, yani vasiyet ettiği kitaplardan başka, bitmemiş şiirlerini, el
yazısı hâlinde bekleyen notlarını da kültür ve edebiyat hayatımıza kazandırdı.
Dilim varmıyor ama Yahya Kemal'in büyüklüğünü, Nihat Sami Banarlı'nın
tanıtımıyla öğrendik.
Banarlı, bin bir emekle yeni baskısını
cüz cüz yaptırdığı abidevi eseri Resimli Türk Edebiyatı Tarihi'nin son
kısımlarını bitiremeden nefesi bitti. Onun vefakâr öğrencisi Nermin Suner
Pekin, hocasının hazırlığını ikmal etti, kitabın son fasikülünü de bastırdı,
Banarlı'nın hayrülhalefi oldu.
Şahsi hayatı türlü türlü şanssızlıklarla
dolu Ömer Seyfettin'in de vefakâr bir dostu vardı: Ali Canip Yöntem... O
olmasaydı, yani o dostluk olmasaydı, Ömer Seyfettin hakkında bugün
bildiklerimizin belki yarıdan fazlası karanlığa gömülecekti.
Ali Canip-Ömer Seyfettin tanışıklığının
tam olarak ne zaman başladığını bilmiyoruz. Ali Canip, onun 1323'te (1907)
gönderdiği bir mektuptan bahseder. (Prof. Dr. Ali Canip Yöntem'in Yeni Türk
Edebiyatı Üzerine Makaleleri, haz. Ahmet Sevgi, Mustafa Özcan, Konya 1955, s.
343; "Ömer Seyfettin", Genç Anadolu, s. 5, 3 Mart 1338, s. 1-2.)
O sıralar Ömer Seyfettin, 1322 (1906)'de
atandığı İzmir Zabitan ve Efrat Mektebi'nde öğretmendi. Söz konusu mektupta
Halit Ziya'nın Mai ve Siyah romanında geçen "baran-ı dürr-i elmas" [elmas
ve mücevher yağmuru] gibi tamlamalardan tiksindiğini yazmaktadır. Fakat henüz
yüz yüze görüşüp görüşmediklerini bilmiyoruz. Bu mektuptan bir yıl sonraki
(1324-1908) bir mektubunda da edebiyatın mevcut durumu karşısında
karamsarlığının arttığını, yalnızca sanat göstermek için edebiyatla uğraşmayı
benimsemediğini, yazılarını yırtmak için yazdığını belirtiyor. Çünkü o,
edebiyatı daha yüksek bir konuma layık görmektedir: "Hâlbuki benim nazarımda [edebiyat] o kadar büyüktür ki...
Cehaletin nâsûtî [beşeri, dünyevi] duyguları alçalttığı beşeriyet için onu bir
hars [ekin, kültür] addederim. Nazarımda edipler, insanlara adiliklere karşı
nefreti talim edecek mürşitlerdir. (yol göstericilerdir)..." (Ali
Canip, "Ömer Seyfettin", Genç Anadolu, s. 5, 3 Mart 1338 [1922), s.
1-2).
İşte bu iki mektubun yazıldığı tarihler
arasında Ömer Seyfettin ile Ali Canip'in tanışmış olmaları muhtemeldir. 1324 [1908]'deki
mektubundan bir müddet sonra, Ömer Seyfettin, Selanik'te çıkan Kadın (Sayı: 3, 9
Kasım 1908) dergisinde, Catulle Mendes'ten tercüme bir metin yayımladı.
"Dört Nala" başlıklı bu metnin ilk cümleleri, iki sevgilinin atlarını
dörtnala çıldırasıya koşturduklarını söylüyor. Sevgililerin konuşmalarından
anlaşılıyor ki kadın evlidir, kocasını sevmemektedir ama kocası tarafından
sevilmektedir. Kocası ve beraberindekiler onları yakalamak, birbirlerinden ayırmak
istemektedirler. Ayrı düşmeyi göze almaktansa atlarını yolun sonundaki uçuruma
sürme kararı verip, atları mahmuzlar, ikisi birden... Kısa hikâyenin bitiş
cümlesi ise şu:
O
vakit âşığın atı girdabın içine fırladı. Lâkin âşıka, bu mahir amazon, şedit
[çok şiddetli] bir dizgin darbesiyle, ayakları titreyen atını, uçurumun
kenarında birdenbire durdurttu ve yıldızlar altında, eğilerek, kendisine
parçalanmış kollarını uzatan erkeğin kayadan kayaya yuvarlanmasına tebessüm
ederek baktı!
Karşılıklı konuşma biçiminde kaleme
alınan bu küçük hikâye (tekellümü hikâye), son paragraftan anlaşıldığı üzere,
sadakatsizlik temasını işlemektedir. Yazarın bakış açısı kadının vefasızlığını
eleştirmektedir. Bu durum, kendini ahlak bekçisi sayan bazılarını rahatsız
eder.
O sıralarda yine Selanik'te çıkan Yeni
Asır'da, gazete sahibi Fazlı Necip'in kardeşi, itirazda bulunur. Ali Canip'in
söylediğine göre bu yazıda denmektedir ki: "Velev
ki tercüme olsun, Müslüman kadınlarının sadakat ve hamiyetini rencide edecek
bir parçanın neşri, İslâm âdâbına aykırıdır" (Ali Canip, Yeni Türk
Edebiyatı Üzerine Makaleler, s. 79; Hasan Ali Yücel, Edebiyat Tarihimizden,
1957, s. 196-197).
Ali Canip'e göre bu yazı,
"riyâkârâne"dir ve sahibine haddi bildirilmelidir! Kaleme sarılır ve
der ki:
Geçen
haftaki Kadın'ımizda, Perviz Bey biraderimizin Catulle Mendes'ten tercüme
ettiği parça tam bir gerçek hayat sahnesidir. Onda ne kadınlığımıza bir
"hakikat darbesi" ne de "iffet ve terbiye-i umumiye”ye karşı bir
tecavüz vardır. Ve görüyoruz ki muharriri, bu âşıkane serqüzeşti alkışlayarak
şakrak bir ifade ile tasvire özenmemiştir. Ve hatta o aşk şaşkını genci ne
tahkir ne de methediyor. Esere, "kendisine parçalamış kollarini uzatan
erkeğin kayadan kayaya yuvarlanmasına mütebessimâne baktı!" diye nihayet
veriyor. Çünkü o kadın "son bir aşk öpücüğü ile uçurumlara beraber"
atılmıyor.
Şimdi
şu küçük parça santimantalist bir kalemin mahsulü olarak yazılsaydı da onları
takip eden koca yetişerek her ikisini katletseydi, acaba bize "bir terbiye
ve uyanış dersi" olur muydu? Olmayacağı bunun binlerce misli yazılmış
eserlerle sabittir. Ne hâcet, Sadi'nin Gülistan'ından daha güzel bir ahlâk
kitabı var mıdır? Fakat şimdiye kadar hangi dimağa âmil olmuştur?
Biz
bu hakikatleri bildiğimiz için Kadın dergisini eski asra ait köhneperestâne
"sipekülatif" ahlâk kitabına benzetmemek istiyoruz. Bu fikrimize
dergimizin hemşireleri Mehasin ve Demet de iştirak ettiklerini gösterdikleri
için muarızlarımızı alkışlayan arkadaşlarımıza bakınız; bu kadar cevap
veririz." (Bahçe,
Sayı:16, 4 Teşrinisani 1324 [17 Kasım 1908], s. 11-12)
Nüzhet Haşim Sinanoğlu, aynı basın
olayını açıklarken Yeni Asır gazetesindeki yazıda "kadınlık hayatımızla münasebeti olmayan böyle bir eserin neşri,
ahlaka mugayirdir" şeklinde tehditlerde bulunulduğunu söylemektedir
(Millî Edebiyata Doğru, s. 11, İstanbul 1918).
Gerçekten tercüme bir metinle Müslüman
kadınlara sadakatsizlik isnat edildiği sonucunu çıkarmak ilginçtir. Ama daha da
ilginç olan, Ali Canip'in "Dörtnala" başlıklı metnin altındaki
"Perviz'i tanımadığı hâlde savunmasıdır. Yıllar sonra başkalarının da
kullanacağı bu takma adı, o sıralar, Ömer Seyfettin kullanmaktadır. Gerçi daha
önce Ali Canip ile Ömer Seyfettin bir defa karşılaşmışlardır. Ama Ali Canip, bu
imzayı kimin kullandığından habersizdir. Ömer Seyfettin gönderdiği yeni bir
mektupta der ki: "Perviz benim.
Sizin benim tercümem olduğunu bilmeksizin hak ve hakikati müdafaa etmeniz beni
memnun etti. Teşekkür ederim."
Böylece pek eskiye uzanmayan sıradan bir
tanış alma hali, ölünceye kadar devam edecek bir dostluğa dönüşür. Ama öylesine
bir dostluk ki kardeşlikten ileri...
Ya
Ali Canip Olmasaydı?
Ali Canip olmasaydı, Ömer Seyfettin
"Yeni Lisan Hareketi"ni başlatacak ve devam ettirecek bir arkadaştan
mahrum kalır, belki de aynı ataklığı gösteremezdi. Yukarıda bahsettiklerimizden
sonra Ömer Seyfettin, 28 Ocak 1911'de "Geliniz
Ali Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim" diye
sonlanan bir mektup göndererek Yeni Lisan hareketini başlattı. O, Yeni Lisan
davasını bütün sayılarında aynı şiddet ve kuvvetle savunan Genç Kalemler'in
başyazarıydı.
Hastalığında, Ömer Seyfettin'e Ali Canip
ve annesi baktı. Hastalık ilerleyince hastaneye kaldıran ve hep onunla olan,
hastalığı gün gün, saat saat kaydeden Ali Canip idi. Öldüğünde Ömer
Seyfettin'in hatıra defterine (günlüğüne) sahip çıkan, oradan önemli birkaç
sayfayı ilk yayımlayan Ali Canip idi. Ali Canip gibi bir dostu ve arkadaşı
olmasaydı, Ömer Seyfettin'in bazı takma adlarını bilmeyecektik. O takma adları
bilmemek, onun onlarca kalem tecrübesinden haberdar olmamak demektir. Doğrudan
Ömer Seyfettin'i tanıtan ilk yazı (Sahife-i Handekâr: Ömer Seyfettin, Genç
Kalemler, 5/13) Ali Canip'indir. Ali Canip, onun sağlığında yayımladığı
kitaplarına girmeyen hikâyelerini derleyip toplayarak üç cilt halinde
yayımladı:
1.
Gizli Mabet (1927), İkbal Kütüphanesi
2.
Yüksek Ökçeler (Beyazıt Kütüphanesi, İstanbul, 1926)
3.
Bahar ve Kelebekler (Vakit Matbaası, İstanbul, 1927)
Ömer Seyfettin'in "İlyada" tercümesini
de ilk defa kitap hâline getiren Ali Canip oldu: İlyada En Eski Yunan Şairi
Homeros'un Epope'si, tercüme ve hülasa eden: Ömer Seyfettin, Maarif Vekâleti
Yay., Istanbul, 1927.
Ömer Seyfettin hakkında ilk kitabı Ali
Canip yazdı: Ömer Seyfettin-Hayatı ve Eserleri, Muallim Ahmet Halit
Kütüphanesi, İstanbul 1935; Ömer Seyfettin-Hayatı, Karakteri, Edebiyatı, İdeali
ve Eserlerinden Örnekler, 2. b. Remzi Kitapevi, İstanbul, 1947.
İlk elden bilgiler vermesinin ötesinde,
bazı yarım kalmış hikâyeleri de bu kitaba borçluyuz. Ali Canip Yöntem'in
derlenip kitap hâlinde yayımlanan makalelerinden 13'ü, doğrudan Ömer Seyfettin
hakkındadır:
1.
"Ömer Seyfettin", Aylık Ansiklopedi, Cüz: 12, Nisan 1945, s. 370-376.
2.
"Ömer Seyfettin İçin", İnci, Sayı: 16, Mayıs 1336 [1920], s. 9-12.
3.
"Ömer Seyfettin", Genç Anadolu, Sayı: 5, 3 Mart 1338 [1922], s. 1-2.
4.
"İkinci Sene-i Devriye-i Vefatı Münasebetiyle: Ömer Seyfettin", Yarın,
Sayı: 21, 9 Mart 1338 [1922], s.1-2.
5.
"Ömer'in Hastalığına Dair Notlarım", Yarın, Sayı: 21, 9 Mart 1338, [1922],
s. 2-3.
6.
"Ömer Seyfettin", Hayat, Sayı: 15, 10 Mart 1927, s. 289-291.
7.
"Ömer Seyfettin'in Yaramazlıkları", Resimli Ay, Sayı: 1/37, Mart
1927, S. 44.
8.
"Ömer Seyfettin İçin", Hayat, Sayı: 119, 7 Mart 1929, s. 282-284.
9.
"Ömer Seyfettin Ve Değeri", Çınaraltı, Sayı: 31, 7 Mart 1942, s. 4-5.
10.
"Edebiyatımızda Acı Bir Gün: Ömer Seyfettin", Hilmi Yücebaş: Ömer
Seyfettin-Hayatı-Hatıraları-şiirleri- Ölümünün 40. Yıldönümü Münasebetiyle,
İstanbul, 1960, s. 112.
11.
"Ömer Seyfettin'in 30. Ölüm Yıldönümünde", Cumhuriyet, Sayı: 9184, 5
Mart 1950, s.5.
12.
"Ömer Seyfettin İle Nasıl Tanıştik?", Hasan Ali Yücel: Edebiyat
Tarihimizden-1, Ankara 1957, s. 196-197.
13.
"Bahar ve Kelebekler'e Dair", Hayat, Sayı: 26, 26 Mayıs 1927, s. 503-504.
Hülasa Ali Canip Yöntem gibi bir dostu
olmasaydı, Ömer Seyfettin hakkında bugünkü birikimin belki de yarısından yoksun
olacaktık. Dostlar başına böyle dostlar, dostluklar.
*Edebice
Fikir-Sanat-Edebiyat Dergisi,
Sayı: 21, Kış 2020, s. 9-11
*Ankara
Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yorumlar
Yorum Gönder