Her insanın okudukça ruhunu yakalayan bir kitabı ya da
bir yazarı vardır. Bu kimi zaman bir kelimeden bir cümleden bir harften ibaret
olsa da diğer yazarlar ya da kitaplar gibi ruha renk verir. Aslolan okudukça
ruhun uyumuna denk olan kitap dostluğunu kurabilmektir.
1969 yılında Erzincan’da doğan yazar Ali AYÇİL ilk, orta
ve lise eğitimini Erzincan’da tamamlamıştır. Erzurum Atatürk Üniversitesi Kazım
Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünü bitirmiştir. Şiirleri ve şiir üzerine
yazıları Dergâh, Hece, Kitaplık gibi dergilerde yayınlanmıştır. Eserleri;
Arastanın Son Çırağı (Şiir), Naz Bitti (Şiir), Bir Japon Nasıl Ölür? (Şiir),
Sur Kenti Hikayeleri (Hikâye), Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları (Deneme),
Kovulmuşların Evi (Deneme), Yenilgiden Dönerken (Deneme).
Yazar Hasan EJDERHA’ ya göre Ali AYÇİL’in kıymeti şurada,
“Son zamanların değerli yazarlarından biri ve okunması gerekir.” diyerek
vurguladığı bir yazar. Mustafa KUTLU’ya göre ise şehirleri kapsayan çevre
kirliliği münasebeti ile pek bulunmuyor. Karakovan balı gibi mübarek… O
atalarının yolundan yürüyor ama günümüzün jargonunu kullanarak. Ayrıca muğlak
olmak bir yana olabildiğince dobra olduğu dikkate şayan bir dille ifade ediyor.
Böyle bir yazar hakkında kısa bilgiler aldıktan sonra onu
okumadan yazmak anlamsız ve sığ olurdu. Önce Sur Kenti Hikayeleri’ni okumalı
her bir hikâyedeki bağlantıyı kaçırmadan düğüm çözülmeliydi. Yenilgiden
Dönerken kitabını okurken kendimize adım adım yürümeliydik, dobraca. Bu kitap altı
bölümden oluşmaktadır. Konu başlıkları o
kadar etkileyici ki insana farklı düşüncelerin kapısını aralar gibi ışık
saçıyor. Birinci bölümdeki konu başlığı “Önce Göğsünü Arala”. Bu kitabı okumaya
başlarsanız önce derinden bir nefes aldırıyor size, sanki atmosferdeki tüm
oksijeni yutuyor gibi oluyorsunuz. Çünkü nefessizseniz tek bir nefes yeter sizi
diriltmeye…
Her bir bölümde üçer sayfadan oluşan içsel konuşmalara
yer verilen bu kitapta yazar cümle aralarında kendisini etkileyen yazar
isimlerini ve kitaplarını da konuk etmiştir. Georges Perec’in Şeyler’inden öyle
etkilenmiş ki okuduklarını hâlâ bir muamma olarak görmektedir. Kitabın
içerisinde Oblomow’dan o kadar çok bahsetmiş ki bir yere not ediyorsunuz bu ismi.
“Eğer kitaplarla aralarındaki ölü bir ilişki değilse,
insanların kitaplıkları, hayat hakkındaki fikirleri ve zihin işleyişlerinin bir
aynası olarak şekillenir.” diyen yazarın kitaplığındaki düşünce süvarilerinin
isimlerini bu kitabında bulabilirsiniz.
Sayfa sayfa okudukça Tehir Duası bölümüne geldiğinizde
sizde çağrıştırdığı konu ile yazarın bahsettiği konu arasında bağlantı kurmaya
başlıyorsunuz. Ali AYÇİL’ce terimler ve konular ışığında onun gibi “ bir yol
nasıl kokar!” diyorsanız, göğsünüz aralanmış ve doğru yoldasınızdır. “Yol,
geçmişin izlerine dönemeyecek kadar katılaştığında, yolculuk da bitiyor”, “Artık
taşınma bitti!” ve “kim hatırların yükünü yalnız taşıyabilir ki!” diyorsanız
onun gibi “kendimi de hatıralarımı da fazla abartmış, dersimi almıştım işte.” diye
mırıldanırsınız. Kitabın bu ikinci bölümündeki içsel konuşmasında yazar,
“kendimi, kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum” der ve soğuk olduğu
için, ıssız olduğu için, umutsuzluk içinde kaybolup gitmek kolay olduğu için
gidip dünyanın çatı katına yerleşmeye de kararlı olan yazar biraz düşündüğünde
düşünmenin de insanı kararsızlaştırdığından yakınır.
Üçüncü bölümde aşkın, mesafesizliğin kurbanı olduğunu
vurgular ve düşünür. “Seni tanımlamaya çalışırken aslında tanımlamaya
çalıştığım kişinin kendim olduğunu pekâlâ biliyorum” der. “Yine de kendimle
hesaplaşmanın beni daima canlı tuttuğunu, dünyaya teslim olmamı engellediğini,
beklenmedik tepkiler vermemi kolaylaştırdığını söylemeliyim. Eğer araya bir
mesafe koyup, kendi boşluğumda bıraktığım temsilleri resmedebilseydim,
muhtemelen sana hiçbir zaman ihtiyaç duymayacaktım. Bir aşk, sürekli olarak
temsillerimizi görmek istediğimiz muğlak bir aynadan başka nedir ki?” der ve
konuyu kapatır.
“Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün
başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin…” Ekmek için kurulan bu cümle-i
sofrada onun için nasıl cümleler kurulur bilemem ama Ali AYÇİL sofranıza düşen
ekmek kırıntılarını size bir güzel toplatır sonra da pencerenize konan serçelere
ikram etmenizi ister. Çünkü ekmeğin yüceliği ve bereketi paylaşmaktır. Bu
yüzden onun gibi bir anda “İnsan bir yazarı sevince, onun ilgilerinde hikmet
aramaya başlıyor.” ve “ruhu işgal eden bütün imgeler isimsizdir; biz bir
imgenin kendisine değil bir işgale ad koyuyoruz yalnızca” dersiniz.
Siz onun bu kitabında yazılarının derinliğine indikçe bir
anda kitaplığında duran kitaplar konuşmaya başlar ve yazarlar arası bir düello
gibi canlanır zihninizde bu konuşan Tolstoy’dur. Anlarsınız onun düşünce dünyasındaki
yerini bunun adı “samimiyettir. Ona göre “insanlar, incelikten yoksun bir yüz
okuyucusudurlar ve başkaları hakkındaki kararlarını çabucak vermekten
kaçınmazlar” ve bu cümlelerini renksiz olarak betimler ve alıcısı olmadığını
söyler. “Eğer kazanmak için yola çıkmışsan o yol sana ihanet eder!” diyerek
cümlelerine devam eden Ali AYÇİL, bir sonraki yazısında “Olsun; biz yine de
içimizde yalnızca şiir ve yazı müsveddeleri, yalnızca kitap taşıyan bir adam
tarafından onurlandırıldığımız için mutluyuz.”
Kitabı okurken ilk defa karşılaştığınız yazar ve şairler
olur. Bunlardan biri de yazarın çok sevdiği Ezra Pound… Merak edersiniz ve
kitap listesine eklersiniz bu ismi de diğerleri gibi… Yunus Emre’den bahseden
cümlede onun gibi içiniz titrer ve ilerlersiniz bu kitabın sayfaları
arasında…Ve üçüncü bölümdeki cümle sizi uçuruma getiren düşüncelerden kurtarır…
“Çünkü boşluğa yaslanamayız!”
“İnsan isterse bir şaşkınlığın ömrünü uzatabilir pekâlâ!”
diyen bir cümlede durur ve düşüncelere dalarsınız. Her insanın hayatında
yaşadığı bir şaşkınlık noktası vardır. Yazar sizin düşünce dünyanıza dalmanız
için öyle bir zemin hazırlamıştır ki her bölümün sonundaki cümleyi merak ederek
okursunuz. Aslında merak ettiğiniz hangi bölüm sizi hatıralarınızın sırtından
yakalayacak ve hangi cümle sizin geleceğinizi aydınlatacaktır. Ali AYÇİL gibi
sizin de ümitleriniz vardır, bir şairin-bir yazarın çantasında…
Kitaba ismini veren son bölüme geldiğinizde Ali AYÇİL
gibi cümleler kurmaya başlarsınız ve hece hece okursunuz kitabındaki bu son
bölümü… “Ben o ülkeyi sevdiğimde, içimde bir siren sesi vardı… Hıçkırıkların
izi silindi özenle. Yeni korku çağı böyle başladı. Ben o kızı sevdiğimde,
içimde bir flüt sesi vardı. Bir utangaçlık… Kimdi bu utangaçlığın sahibi? Yanağa
biriken sıcaklık; uykulara hücum eden rüya! İnsan dönüp bir bahçeye bakınca
hemen görürdü, yan yana duran iki vişnenin nasıl titrediğini… Yeni ayrılık çağı
böyle başladı. Ben o yalnızlığı sevdiğimde, içimde bir rüzgâr sesi vardı. Bir
ıslık, kış dumanlarına…Yeni yalnızlık çağı böyle başladı. Ben o yenilgiyi
sevdiğimde, içimde bir zafer şarkısı vardı… İncinmiş gururlar, ıssız bakışlar
eşyayla onarıldı. Öyle ustalıkla çözüldü ki yumruk, kimse fark edemedi bu
yoksul gövdeye bu pahalı ipeğin nasıl giydirildiğini. Yeni yenilgi çağı böyle
başladı.” Ve kitap bu cümlelerle bittiğinde yazardan bir şiir beklersiniz ancak
yoktur.
YENİLGİ
Ağzıma
aldığım ekmeğin tadı,
Islandı
bir ikindi sonrası yağmurla,
Bir
yenilgi değil zaferdi, göklerdeki muştu…
Kırıntıları
serptim toprağa.
Serçeler
için ekmek, benim için nimetti…
Bir
yenilgi değil zaferdi, topraktaki muştu…
Tek bir türkü
vardı mırıldandığım,
Sözleri
yankılanıyordu kulağımda,
Bir
yenilgi değil zaferdi, bendeki muştu…
Güvercinler
“elif” dedi,
Kanatları
gökyüzüne değdi,
Bir
yenilgi değil zaferdi, yağmurdaki muştu…
Rüzgarların
kanatları “vav” dedikçe,
Ömrüm
kıvrıldı uzandığım yerde,
Yorumlar
Yorum Gönder