İstasyonlarda
ve metroda geçirdiğim kısa vakitlerimi değerlendirmek amacıyla ikinci el kitap
satan bir yerden aldığım, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan “Yazarlarımızdan
Öyküler” adıyla yayınlanan çocuk hikâyeleri derlemesini çeşitli duygular
içerisinde okuyup bitirdim. Çeşitli duygu ve düşünceler ile de bu yazı yazılmış
oldu.
Kitap, 2010 yılında ilkokul öğrencilerine “Karneni Göster Kitabını Al” çalışması kapsamında armağan edilmiş. İçerisinde on beş öykü barındırıyor. Editörlüğünü Ali Alkan İnal’ın yaptığı kitapta önsöz ya da sunuş kısmı Doğan Hızlan tarafından yazılmış. İçeriğinden bahsetmeden evvel cevabını aradığım bir sorunun üzerinden ilerlemekte fayda var: "Bir bankanın neden yayınevi olur?"
Kitap, 2010 yılında ilkokul öğrencilerine “Karneni Göster Kitabını Al” çalışması kapsamında armağan edilmiş. İçerisinde on beş öykü barındırıyor. Editörlüğünü Ali Alkan İnal’ın yaptığı kitapta önsöz ya da sunuş kısmı Doğan Hızlan tarafından yazılmış. İçeriğinden bahsetmeden evvel cevabını aradığım bir sorunun üzerinden ilerlemekte fayda var: "Bir bankanın neden yayınevi olur?"
Amacı,
herhangi bir yol ile daha fazla kâr etmek ya da çokça para döndürmek olan bir
kuruluşun sadece kâr ve para için kitap bastığını düşünemeyiz. Yayınlarının
kalitesini ve telif haklarını hesaba katacak olursak amacın maddi olmadığını
açıkça görebiliriz. Öyleyse YKY ve İBKY’nın daha derin; belki ideolojik, belki keyfî amaçlar güttüklerini
de düşünebiliriz. Aslında büyük şirketlerin yardım kokteyli adı altında aşırı
lüks davetler vermelerine yani bir nevi sosyal sorumluluk(!) yerine
getirmelerine benzer bir çalışma olduğu da düşünülebilir. Bu çalışma, kendini
yüksek gören kesimin gözünde itibar kazanıp diğer kesimlerde yardımsever veya
faydalı işler yapan kuruluş imajı çizmek için girişilen bir faaliyettir. Yeni
gelen rejimin de övünerek katkıda bulunduğu, herkese eşitlik vadederken maddi
ve kültürel emiciliği kullanarak kabullenilebilir sınıf farklılıkları getiren
sömürgeci sistemin getirdiği, gerektirdiği düzenin yansımalarındandır. Neticede
belli başlı kitapları basarak ülkenin eğitim ve kültürüne katkıda bulunuyor,
bunları satmak ile de yetinmeyip hayrına dağıtıyorlar da.
“Belli
başlı kitaplar” ve “ülkenin eğitim ve kültürü” demişken sorumuzun cevabını bu
iki kavram üzerinden aramaya devam edelim: Dolar sembolüne tıpatıp benzeyen bir
arma kullan İş Bankası, yeni kurulan cumhuriyet rejimi ile yaşıt sayılır.
Cumhuriyeti ilan eden zevatın bankanın kurucusu olduğunu da göz önünde
bulundurursak bankanın yayınevi şubesinde basılan kitapların yeni kurulan
ülkenin ideolojik zeminine ait olduğunu açıklığa kavuşturmuş oluruz. (Tabi
burada “Osmanlı matbaaya karşıydı bu yüzden Ziraat Bankası’nın yayınevi yok.”
diye bir sonuca varılamaz.) Her ne kadar yayınevi şubesi 1956 yılında kurulmuş
olsa da Hasan Ali Yücel tarafından kurulması ve ilk yapılan çalışmaların
“demokratik, laik, Atatürkçü” bir nesil yetiştirmeye yönelik olması, ortak
ideolojik zeminde yapılan inşaatın siyasi-maddi-fikri ortaklıkla ilerlediğini
iddia etmemiz için yeterli delil oluşturmaktadır sanırım. Kısaca o yıllarda
bankada parası olabilen, yayınlara ulaşabilen varlıklı insanların özellikle
çeviri eserler ile donatılıp istenilen kalıba göre entelleştirilmeye
çabalandığından bahsedebiliriz.
Mevzunun
daha iyi anlaşılabilmesi için İş Bankası’nın gerçek tarihine ve Batı
düşüncesine uygun olarak eğitilmeye çalışılan çağdaş yeni nesil uğruna Hasan
Ali Yücel’in nasıl çalışmalar yaptığına göz atmak gerekir. Yapı Kredi’nin büyük
hissedarının Amerika şirketlerini ve aktif kapitalizmi ilk defa topraklarımıza
getiren ve yine cumhuriyet ile yaşıt sayılan Koç Grubu olması şöyle bir
durmamız için zaten yeterlidir... Diyerek sorumuzu hafiflettikten sonra derlenen
çocuk hikâyeleri kitabından bahsedebiliriz.
Yazarlarımızdan
Öyküler
Kitap,
bankanın kurucularına bağlılığını bildiren bir metin ve içindekiler kısmından
sonra çocuklara hitap eden bir sunuş ile başlıyor. Okumanın öneminden,
kitapların güzelliklerinden, öykülerin anlatabildiklerinden kısaca bahsettikten
sonra seçkilerindeki yazarların sınırlarımızı aşan ünlerine atıf yaparak
kitaptaki öyküleri kısa kısa tanıtıyor. On beş öyküyü tek tek ele alabilecek
değilim. Ancak bazıları var ki üzerine birkaç söz etmeden de geçemeyeceğim.
Mesela Necati Cumalı’nın “Uçak” öyküsü. Sunuş kısmında “Hem gerçekçi hem de
bizde gülümseme yaratan bir öykü.” diye tanıtılıyor. Küçük bir kasabada geçen
öyküde kasabadan İstanbul’a okumaya gitmiş tüm çocuklar Rum ve Bulgar iken Türk
bir babanın oğlunu okuması için İstanbul’a göndermesi konu edilmiş. Tabi kasaba
ahalisi bu durumdan epey rahatsız oluyor. Kendi çocuklarına kötü örnek
olunmasından ve huzurlarının bozulmasından çekiniyorlar; çocukları ise
Beyoğlu’nda gezmek, padişahı görmek gibi düşlerini arkadaşlarının
gerçekleştirmesini ve kendilerine anlatmasını diliyordu. Hikâyeyi anlatan
karakterimiz iki yıl sonra 1912’de tatil için kasabaya geliyor. Kasabanın
birkaç büyüğü ve arkadaşları Cuma çıkışı etrafında toplanıp sorular soruyor,
İstanbul hakkında bir şeyler öğrendikçe heyecanlanıyorlardı. Delikanlı uçak
diye bir taşıttan bahsedince başından beri İstanbul mevzuuna karşı çıkan Topal
Reşit Efendi ve ahali durumu kavramaya çalışıp insanın uçabileceğine ihtimal
vermeyince “Kur’an’da yazmaz! Uçacak olsak yazardı.” diyerek okuyucunun gözünde
köylü-cahil tipi oluşturuyor ve bu konuda inat etmeleriyle de gerici-yobaz
tiplemesini tamamlıyorlardı. Delikanlının hatasından dönmesi için yürüyerek
Hac’a gidip gelen dedesini anlatıyorlardı. Öykü, nesillerin farklılık
gösterebileceğini yansıtmaya çalışıyordu böylelikle. Üç ay kadar sonra Balkan
Harbi sırasında kasabanın üzerinden iki Yunan uçağı geçmişti. Ancak bu sefer de
yalancılıkla atfettikleri delikanlı, ahalinin aklına bile gelmemişti. Hatta
kasabalı cahil yobazlıklarına “Dünya’nın sonu geldi. Kıyamet alameti. Allah’ın
işine burnunu sokar bu gâvurlar…” diyerek devam ediyordu. Çocuk okuyucuyu
Kur’an-ı Kerim’i merkeze alarak hayata bakan insanların cahil olacağı
düşüncesine iten öykü “Anlattıklarımın doğru çıktığını söyleyen tek kişi olmadı
aralarında. Bütün o yaşlı Müslümanlar, Allah’ın, insanları yerde yürümek için
yarattığına, meleklere özenip de göklerde uçmaya kalkanları, göklerinin
dinginliğini bozanları, bir gün nasıl olsa cezalandıracağına inanarak
ömürlerini tamamladılar.” diyerek de son buluyor.
Nursel
Duruel’in “Yazılı Kaya” öyküsünde köy yerinde âşık olan bir kızın babası
tarafından fare zehri ile zehirlenip öldürülmesi ve babanın kızının cenaze
namazına bile katılmayışı biraz da sezgi yoluyla anlatılarak başlıyor. Öykü, birtakım
mistik konuşma ve olaylar ile devam ederek baş karakterlerden çocuk yaştaki
Aslı’nın kayalıklardan düşüp ölmesiyle bitiyor.
Feyza
Hepçilingirler’e ait şu ana dek okuduğum en saçma öykü, yazı ya da kelime
yığını, Harflerimizin Gizli Dünyası (2009) adlı romandan alınarak buraya çocuk
öyküsü diye konulmuş. Asıl kahramanlar: Büyükbaba, Pelin adlı küçük bir çocuk
ve “Ğ” yi canlandıran Yumuşak isimli bir yaratık. Karakterleri itibarıyla
çocuklara zarar verdiğini düşündüğüm çizgi filmlere benziyor. Öykünün
tafsilatına pek girmeyeceğim zira içerisinde zorlama mesajlar vermeye çalışan
bir saçma öykü daha barındırıyor. Bazı kısımları burada paylaşmamız Sayın
Hepçilingirler’in amacını anlamamız için yeterli olacaktır.
Dede
karakteri Yumuşak ve Pelin’e Latin harflerinin Türkiye’ye yerleşme macerasını
anlatmaktadır: “Pelin’i de ağzının içine baktıra baktıra kendilerinden önce
burada yaşayan biçimsiz harfleri, ne kadar uyuşuk ve tembel olduklarını anlattı.
Atatürk kovmuştu onları; ama hepsi gitmemişlerdi. İşte insanların bilmediği
buydu. Gizlenen, saklanan; ama ortalık yatıştıktan sonra ortaya çıkıp saldıran eski
harflerle nasıl savaştıklarını kimse bilmiyordu… Yurtlarını ele geçirmek
isteyen o miskin harflere karşıydı savaşları. Sonunda kesin bir yengi kazanarak,
tümünü geldikleri yere, yani asıl yurtlarına geri göndermişlerdi. Yeniden
burayı ele geçirmeye kalkarlarsa, yeniden savaşmaları gerektiğini söyledi son
olarak.” Bu paragraftaki Osmanlı düşmanlığı açıkça görülürken sezilen İslam
düşmanlığı Yumuşak’ın Pelin’e hitaben her çocuğa “Siz insanlar harflerin ulusal
onurlarına bu denli düşkün olabileceğini kavrayamazsınız kuşkusuz. Ama
öğreniyorsun işte, insanların bilmedikleri bir savaşı başarıyla bitirdik biz ve
gerekirse tekrar savaşmaya hazırız. O eski Arap harflerine, gelip yurdumuzu
işgal etme fırsatını asla vermeyeceğiz!” demesiyle katıksız ve aptalca bir
faşizme, İslam düşmanlığına dönüşüyor. Bir yazarın, bir dilin köklülüğü üzerine
akıl yürütememesi acınası bir durum. Kinine yenik düşüp bu hale düşmesi daha da
acınası. İşgal edilen, gâvur harflerinin iğfal ettiği bir zihniyetin aşağılık
kompleksi ile yazdığı yazı ancak bu kadar olur. Öykü hakkında daha fazla söz
sarf etmeye gerek yok.
Rıfat
Ilgaz’ın Şeker Kutusu adlı öyküsü olay örgüsü ve anlatımı bakımından oldukça
zevk aldığım bir öyküydü. Ama çocuk öyküsü olarak buraya alınmasına karşın
Ali’nin kız istemeye giderken cesaret toplamak için dört tek votka atması bize
ya seçkinin iyi yapılmadığını ya da yazının başında bahsettiğimiz, bankanın
amaçlarına uygun hareket edildiğini düşündürmekte.
Son
olarak Cemil Kavukçu’nun “Avludaki Tren” öyküsünden kısaca bahsedelim: Fakir
bir ailenin, durumlarını düzeltmek ümidiyle aldıkları kara bir ineğin başlarına
açtığı dertler anlatılıyor. Önceki öykülerin verdiği bir paranoyaklıkla “acaba
bunda ne var?” diye satırlarda ilerlerken ailenin yaşadığı evin avlusunda üstü başı
kan ve pislik olan bir kasap beliriverdi. “Hah!” dedim “kesin Kurban
Bayramı’na, kurban kavramına kirli yaklaşımlarda bulunulacak.” Neyse ki, ineğin
yükünü taşıyamayan aile ineği satıyormuş sadece. İnek hastaymış, saralıymış
meğer. Tahminimi boşa çıkaran öykü bitmek üzereyken Yeşilçam filmlerinde sıkça
rastladığımız hacı-hocayı kötüleme anlayışının sergilenmesi beni rahatlatıyor.
İneğin alınması için bileziklerini veren, ineğin cefasını psikolojik olarak da
epeyce çeken evin hanımı yattıkları yerden eşine dert yanıyor: “Saralı olduğunu
bilmiyor muydu sanki? Komşu olacak sözde, hacı olacak! Bunu bize neden yaptı?
Sakalından utansın rezil adam… Bizim gibisinden ne istedi?”
İşte
böyle. Kısa metro yolculuklarımda beni belirsiz şekilde öfkelendiren, özellikle
çocuk edebiyatı ve yayıncılık konusunda eksikliğimizi hissettiren (bizim
eksikliğimizi, bu kitabı basanların değil) kitabın bana düşündürdükleri derli
toplu hâli ile bunlardı. Buradan “Haydi uyan Türkiye’m!” gibi bir çağrı yapacak
değilim. Ya da “titre ve kendine gel.” de diyemeyeceğim. “Olan oldu…” ifadesini
de kabullenemem. En iyisi üç ciltlik bir söz ile son verelim: Hayırlısı… Hakkımızda
hayırlısı…
Künye:
Editör: Ali Alkan İnal / Önsöz: Doğan Hızlan / Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları / 2010 / 130 s.
Yorumlar
Yorum Gönder