Kendisine ilk kez,
internette dolaştığım bir sırada denk gelmiştim. “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve
Sanat Büyük Ödülleri” programında bir konuşma yapıyordu ve salondaki
bürokratları edepsizlik yapmaksızın yerden yere vuruyordu adeta. Hatta bu işi
öylesine büyük bir uzmanlıkla yapıyordu ki salondakiler dahi kendilerine
saydırıldığının farkında değillerdi. Aklım şaşmış ve kendisini araştırmaya
koyulmuştum. Meğerse bu hanımefendi Alev Alatlı imiş. Kimi dostlara, büyüklere danıştıkça,
araştırdıkça gördüm ki kendisi sayılı dürüst ve dobra aydınlarımızdanmış.
Yaz tatilinin vermiş
olduğu rehavet halinden de kaynaklı olarak hiç değilse vaktimiz boşa ölmesin
diyerek Alatlı Hoca’nın katılmış olduğu programları takip ediyordum. TRT 2’de
yayınlanıp düzenli olarak Youtube’a da yüklenen bir programı vardı. Programın
adı “İhmal Edilebilir Nasihatler” ve bugün itibariyle 44. Bölümü yayınlanmakta.
O programın bölümlerinden bir tanesinde yapılmıştı “Nasihatname” serisinin
tanıtımı da. Serinin 11 kitaptan oluşması planlanmış ve ilk seferde 2 tanesi
yayınlanmış, sırasıyla: Fesuphanallah ve Hafazanallah. Henüz Hafazanallah
kitabına başlayamamış olduğum için bahsimizi ilk kitap üzerinden yürüteceğiz.
Kitap, okuyucuyu sıkmayacak
biçimde gayet sistematik ve kısa kısa başlıklar halinde kaleme alınmış. Başlık
isimlerinin nitelemesi “pencere”. Konu ile ilgili kimi detaylara da yazarın “Necefli
Maşrapa” dediği kısımlarda yer verilmiş.
Kitabın önsöz kısmına
bakıldığında da görülecektir ki, Alatlı Hoca’nın kitabı (dolayısıyla seriyi)
çıkartma sebebi “ömrünü ömrümüze”, bilhassa biz milenyum nesline aktarmak. Bu
bağlamda kitapta, batının gördüğümüz vitrin kısmının arka tarafında neler
yaşandığı, dinleri, kültürleri, sosyolojik yapıları, tarihleri ve felsefelerine
kadar birçok alandan söz edilmiş. Kitap, sanki büyük bir harita inceliyormuş
hissi katıyor. Anlatım, haritanın bir yerini inceledikten sonra geriye çekilip
bütününe bakıyor ve sonra da tekrardan ayrı bir yerini inceliyormuşçasına
hepsinin birbiri ile bağlantılı olduğu gösterilerek yapılmaktadır. Sanıyorum ki
bu durum, Alatlı Hoca’nın olaylar ve durumlar arasında devamlı olarak bağlantı
kurması ve olayların görünen tarafından ziyade arka planına odaklanmasından
kaynaklanmakta. İlgili anlatım tekniği, aslında olayların veya durumların
birbirinden ayrı, bağımsız değil de hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu
gösteriyor. Sosyolojinin siyasetten, felsefenin dinden kopuk olmadığını;
bugünkü kişi veya kurumların tarihteki emsallerinden pek de farklı işler
yapmadığını somut bir biçimde gözler önüne seriyor. Örneğin, milattan önce
bilmem kaçıncı yüzyılda yaşamış Platon’un “devlet” kitabında öne sürülen
ırkların ıslahı teorisinin 19.yy’da ABD ve Nazi Almanya'sında hayata geçirilmiş
olduğunu görüyorsunuz. Sonra dönüp bakıyorsunuz ki söz konusu teori meğerse
18.yy’da Darwin’in kuzeni Francis Galton tarafından usulünce bilimsel
literatüre sokulmuş. Öte yandan dönüp Roma İmparatorluğu dönemindeki sosyal
hayata baktığınızda bugünün Avrupası’ndan yahut ABD’sinden farklı olmadıklarını
görüyorsunuz. Söz gelimi, Eski Roma’da Patrici denilen kişilerle bugünkü seçkin
aileler (örneğin Boston Brahminleri) o günden bugüne süregelen aynı sistemin
parçalarıdır. Sporlarında dahi görülür ki eskinin gladyatörleriyle bugünün
kafes dövüşçüleri aynı amaca hizmet eder.
KIYAS
Kendimizi tanımanın
aslında çok belirleyici bir yolu da kıyas yapmaktan geçer. Derini yüzeyselden,
iyiyi kötüden, medeniyi barbardan ayırt edebilmek kıyasla mümkündür ve bu,
emsal kavimleri bilmekle gerçekleştirilebilecektir. Bundan dolayı ilgili
kitabın kıyas yapabilecek malzemeyi de bizlere sunduğu kanaatindeyim. Yukarıdaki
spor örneğinden devam edecek olursak, Collesium’a atılan bir gladyatör yahut
kafes dövüşçüsü için bu mücadele bir ölüm-kalım savaşı ve şeref meselesidir.
Mağlup olmanız halinde en iyi ihtimalle birkaç kırıkla kurtulursunuz ve toplum
içine çıkmaya yüzünüz kalmaz. Kazanan ise para, şöhret, kadın vs. her şeyi
alır. Açıklamak gerekir ki kazananın her şeyi kazanması veya kaybedenin her
şeyi kaybetmesi meselesinin temelinde Sokrates’ten bu yana gelen ya 0 ya 1
mantığı yatar. Bu mantık ara geçişleri, gri bölgeleri kabul etmez. Ya en tepeye
tırmanırsınız yahut en aşağıda yaşar gidersiniz. Vahşi rekabetten başka çıkar
yolunuz yoktur. Bu sebepten ötürü zaten hedefe giden yolda her şey mubahtır.
Öte yandan ideolojileri, inançları, sosyal yaşamları hep mevcut mantık üzerine
inşa edilmiştir. Liberal-kapitalist düzende devleti hepten kısıtlarsınız. Ne
kadar insanı sömürdüğünüzün, yediğiniz kul hakkının hiçbir önemi yoktur. Mevcut
itibarınız banka hesabınızdaki rakamlarla orantılıdır. Sosyalizmde ise her şey
devlet tarafından gerçekleştirilir. Kapitalizmin tam aksine özel mülkiyet
kavramı yoktur. İnançları da böyledir. Ya Yehova şahidi olur elinize silah
almamak adına her türlü işkenceye katlanırsınız yahut Fırat-Dicle arası için Ortadoğu’yu
yangın yerine çevirirsiniz. Müziklerinde bile vardır bu mantık. Bizdeki koma
değerlerinin veya bozlak usulünün aksine onlar yalnızca iki nota arasına bir
diyez sıkıştırıp sanatlarını icra ederler.
Bize
dönecek olursak, mutlaklık bir tek Alemlerin Rabbi’nin varlığında, O’nun emir
ve yasaklarında mevcuttur. Bu kavramlar dışındaki hemen her şey gri alanda
düşünülebilir. Ya siyah ya beyaz değildir. Devlet lazım görürse piyasaya
müdahale eder. Bu durumu da herhangi biçimde yadırgamayız mesela. Öte yandan
bizde insana “eşref-i mahlukat” olması hasebiyle değer verilir. Herhangi bir
dünyevi rekabet insanın gerçek değerini ortaya koymaz. Bundan dolayı da ölümüne
bir rekabete girmenize gerek yoktur. Bilirsin ki kazansan da kaybetsen de akşam
evine gittiğinde bir tas çorban önüne konacaktır.
Genel bir kıyaslamaya
devam edecek olursak, batı felsefesinde, kültürlerinde acizane gördüğüm ciddi bir
güvensizlik ortamı var. Mitolojilerine bakıyorsunuz ilahlar arasında pembe dizi
misali entrikalar mevcut, düşünürlerine bakıyorsunuz “insan insanın kurdudur”
diyor. Siyasetlerine bakıyorsunuz yürütmeye güvenmiyorlar yasamayla
kısıtlıyorlar. Sonra yargı işin içine giriyor ve onlar da kendi içlerinde
birbirlerine güvenmiyor. Devamlı olarak kâğıt üstünde öngörülebilir bir
kısıtlama ortamı oluşturulmaya çalışılıyor. Kâğıt üstünde demişken, her işleri
böyle. Kalemi, kâğıdı ellerine alıp bir alan, bilim, sistem (ne derseniz artık)
inşa ediyorlar ve mevcut düzeni de buna uydurmaya çalışıyorlar. Fakat bize dönüp
baktığımızda ise geleneğimizde gayet güvenli bir ortam mevcut. Onların aksine
hep bir teklik, yekparelik mevcuttur. İnancımızdan tutun aile hayatına, siyasi
yapılanmamıza kadar bu şekildedir. Bizde insan insanın yardımcısıdır,
yoldaşıdır, güvendiğidir. Hele ki “Mü’min mü’minin kardeşidir”. Tahta çıkan
hükümdara yönetimi yekten devreder, bildiğin gibi yönet, der kenara çekiliriz.
Sıkıntı çıkartacak olduğunda duruma göre ya “Kılıcımızla düzeltiriz” yahut
“İsyan etmeksizin dua ederek sabrederiz”. Disiplinlerimizi, alanlarımızı da
pratik hayata, fıtrata göre ayarlar yolumuza bakarız.
DÜŞMANIN SİLAHI
Kitap ile alakalı olarak
bahsetmek istediğim son şey ise görüşlerimi değiştirmiş olmasıdır. Eskiden,
yapılacak olan okumalara öncelikle bizim toprakları, bizleri yansıtan eserlerle
başlanması ve büyük oranda bunlar halledilmeden de batıya geçilmemesi gerektiği
kanaatindeydim. Sözgelimi Necip Fazıllar, Karakoçlar vs. okunup sindirilmeden
öbür cenahın bizde kafa karışıklığı yapabileceğinden çekiniyordum. Fakat bu
kitap vesilesiyle gördüm ki doğru açıdan bakan kişinin yazdıklarıyla kafa
karışıklığı şöyle dursun bilakis hasmımızı daha iyi tanımış oluyoruz. Örneğin
M.S 1.yy’da çok tanrılı pagan dinlerinden Hristiyanlığa yapılan çok ciddi
eklemeler olduğunu görüyoruz. Bunlar öyle çok kıyıda köşede kalkmış şeyler de
değil üstelik. Zeus’un oğlu Herkül neyse “God”ın oğlu İsa da aynısıdır. Ki zaten
Antik Yunan mitolojisi de Antik Mısır Mitolojisinden mülhem. Bu şekil
yaklaşılıp araştırıldığında aslında hala aynı gelenekler yürütüldüğü için hasmı
tanımanın o kadar da zor olmadığı görülecektir. Öte yandan “Düşmanın silahıyla
silahlanın” emrini yerine getirebilmek için de düşmanı tanımak gerektiği su
götürmez bir gerçektir. Ki zaten düşmanımızı tanımak istememizin sebebi de onun
silahıyla silahlanmak içindir.
Toparlayacak olursak dostlar, kıyas yapıp kendimizi ve
düşmanı daha iyi bilmek, düşmanın silahını edinebilmek için Alev Hoca’yı okumak
iyi bir girizgâh olacaktır.
Allah yar ve yardımcınız
olsun...
Yorumlar
Yorum Gönder