Ana içeriğe atla

ALTMIŞBİRİNCİ SİMİT - MEHMET MUHARREMOĞLU

-Simitciiiiiiiiiiiiiiiiiii... Tazee simiiit vaaar!
Simit tepsisi başımın üstünde İtfaiye'nin arkasındaki Alamancı evlerinin bulunduğu sokaklardan birine girmiştim. Bu sokaklar simitçiler için iyi bir pazardı. Bu mahallenin çocukları nazlı çocuklardı. "Simitçi" ünlemesini duyar duymaz pencerelere dayanır ve annelerine simit aldırırlardı. En çok simidi bu sokaklarda satardım ben. O gün de tepside kalan son birkaç simidi tüketmek için girmiştim o sokağa.

***
Simit satmayı ben istemiştim. Annem güvenmedi önce. "Sen küçüksün, satamazsın, beceremezsin" dedi. Ağlayıp zırlayınca mesele babama gitti. Babam, "bırak satsın çocuk", dedi. "Harçlığını çıkarsın hiç değilse". Abim, mahalledeki fırına söylemiş. "Salih gelecek Mahmut Usta, ona beş on simit ver satsın" demiş. Mahmut Usta da "Olur ede, gönder çocuğu" demiş. Simitçilik maceram böylece başlamıştı. Ertesi gün fırına gittim, "Ben Hasan Usta'nın oğluyum" dedim. Doğan Abim'in durumu kendisine bildirmiş olacağından falan bahsettim. "Tamam Saali", dedi, "Bu gün sana on beş simit verim, satarsan yarın daha çok alırsın"

O gün tamamını sattım, ertesi gün yirmi simit aldım. Bir hafta sonra piyasaya elli simitle çıkmaya başlamıştım. Sabah erkenden güneş doğmadan fırına gider tepsiyi doldururduk. Simidin tanesini 15 liraya satıyorduk. Tepsiyi bitirdikten sonra fırına gider, simit başına sağ cebimize ayırdığımız 10 lirayı usta parası olarak öderdik. Kalan 5 lira ise bizim hakkımızdı ve sol cebimizde birikirdi.

Simit satmayı seviyordum. Çünkü cep harçlığımı çıkarıyordum. Bu aynı zamanda prestij meselesiydi mahallede. Evde oturup ana-babanın verdiği harçlıkla top almak, misket oynamak arkadaşlar arasında hoş karşılanmazdı. Günlük sattığınız simit arttıkça değeriniz de artardı. Anne-babalar, çocuklarına kızarken bizi gösterirlerdi. "Bak Salih hem simit satıyor, harçlığını çıkarıyor, hem de dersleri hep pekiyi. Senin derslerin zayıf." Sabahın erken vakitlerinden kuşluk vaktine kadar simit satar, öğleden sonra da okula giderdim. Sabahçı olduğum dönemlerde saat yediye kadar tepsiyi boşaltmak zorundaydım; yedi buçukta zil çalardı.

Akşam mahallede misket oynamak için buluşurduk arkadaşlarla. Önce o gün kaç simit sattığımız konuşulurdu. "Duydun mu lan Saali, Osman atmış simit satmış" "Deme lan, nerde satmış o gadar simidi itme?" "Ne bilim ben, Bahcelevler'e gettim dii" "Sabah ben de oree gederim mına goyum"

Sonra okuldan havadislere geçilirdi. "Osman boon dayak yemiş", "ödevini yapmamamışmış" "Sinan, Emine'nin gırmızı galemini çalmış" "Sikdir lan ben çalmadım, Öggeş çalmış, benim üstüme attı puşt" "Boon bizim sınıfa yeni bir gız geldi" "Adı ney lan?" "Adı Ezgi'ymiş, ecer gırmızı bir ayaggabıssı var"

Ezgi, başka bir okuldan sınıfımıza dönem ortasında gelmişti. İyi aile çocuğuydu. Yeni önlüğü, iyi bir gocuğu ve kırmızı parlak ayakkabıları vardı. Öğretmen onu severdi. Bizim mahallenin kızlarının yüzleri kara olurdu, burunları akardı hep. Onun yüzü pembeydi ve hiç burnu akmazdı.

Baze
n miskette hile yapanlar olurdu. "Sen içerden attın, bir daha at" "Ayağım cızgii geçmedi oolum" "Yok, ben gördüm, yarıdan çoğu geçti" "utuldum dii oyun bozançılık etme İssmaal" "yalan mı sööliim ben goduum, geçdi işte."

Birbirimize girerdik. Ağız dalaşmaları kavgaya dönüşürdü. "Garışman" derdi biri. Sonra kavga kızışınca oradan geçen büyüklerden biri kızarak ayırırdı kavga edenleri. Oyun bozulur dağılırdık. Bazen da analarımız çağırırdı "Memmeeet, nerde galdın eve gel çabık."


***
O gün ben de simit sayısı
nı biraz daha artırarak çıkmıştım sokağa. Epey de satmıştım. Artık son birkaç simit kalmıştı. Alamancı mahallesinde tüketirim ümidiyle girmiştim sokağa. Akşam mahallede hava atmak vardı.

-Simiiiitciiiiiiiiiiiiiiiiiii

"Simitçi" diye çağırmak da ayrı bir sanattı. Sesinize farklı bir ton vererek ünlemeliydiniz ki hem sanatkârâne bir söyleyiş olsun, hem de sokağın öbür ucundan sesiniz duyulsun.

Sokakta tık yoktu. Ne pencereden bakan oluyordu ne de kapıyı açıp "simitçi" diye çağıran. Camı açıp "yeter bağırdığın sabah sabah, git biraz da başka mahallede sat" diyen bile olmuyordu. Canım sıkılmaya başlamıştı. Satamadığınız simidi fırıncı almazdı. Usta parasını ödedikten sonra bazen oturur yerdim kalan simitleri, bazen da eve getirirdim. Elimde daha epey simit vardı, bunları ne yiyebilirdim, ne de eve götürebilirdim. Güneş yükseliyor hava ısınıyordu. Ümidim kırılmaya başlamıştı. Satamazsam ne yaparım diye düşünmeye başlamıştım. Son bir heyecanla bir daha bağırdım. Sesim sokağın iki tarafındaki üç katlı evlere çarparak bana geri döndü.


"Simitçi, içeri gel"

Nihayet kapılardan biri açılmış ve beni çağırmıştı. İçeri girip kapının iç tarafında durdum. 
Bazen çağırır içeri para almaya giderlerdi. Gözüm eşiklikteki ayakkabılara takıldı. Kapının ağzında kırmızı parlak bir ayakkabı duruyordu. Ezgi'nin ayakkabısına benziyordu. Hatta tıpatıp aynısıydı. Bir ayakkabı bu kadar benzer mi diye düşünmeye başlamıştım. "Lan bu Ezgi'nin ayakkabısı olmasın?"

İçerden bir ayak sesi gelince toparlandım. Karşımda Ezgi duruyordu. Tahminim doğru çıkmıştı.

"Aaa! Salih sen simit mi satıyorsun?"

Ne diyeceğimi bilemedim. Annesi iki simit aldı, parasını ödedi. Alıp almamak arasında bocaladım. Utandım mı bilmiyorum. Ama sıkılmıştım. Parayı aldım sonunda. Kapıdan çıkınca hızla sokağı terk ettim. Tepsimdeki simitleri unutmuştum.

Arkadaşlara olaydan hiç bahsetmedim. "Bu gün yetmiş beş simit sattım" dedim. Takdir ve hayranlıkla karşıladılar. O güne kadar atmış simidi geçen olmamıştı.

O günden sonra da bir daha o sokağa girmedim.

Yorumlar