Sizi
biraz daha yakın zamanlara getireyim; bu, Ötüken Yayınevi'ndeki editörlük
çalışmalarımızın bir hikâyesidir.
Arada
hiçbir hatır gönül olmasa da bu dosyaları, acaba dişe dokunur bir şey bulabilir
miyim diye sabrımın başına vura vura okumuşumdur. Hayır, sonuna kadar okuyamadıklarım
da vardır; öyle ki rahmetli Galip (Erdem) ağabeyin deyişiyle, silah zoruyla
bile okunamazlar.
Kitap
okumak güzel şeydir de bir amatörün çiziktirdiklerini editör sıfatıyla okumak
çok sıkıntılıdır. Yazan yahut size sunan kişi, aslında kitabın değerine çoktan
inanmıştır da nezaketen yahut övünmüş olmamak için şuna bir bakın bakalım
yayımlanmaya değer mi diye dosyayı önünüze koyar.

Sezar'ın
yakınlarından biri varmış, ölüm döşeğindeyken "Sezar, demiş sana bütün
haklarımı helal ettim de o berbat şiirlerini dinlemek zorunda kalışımı bir
türlü affedemiyorum!..." Adamın canı ne kadar yanmış anlayın...
Güzel
bir hikâyeye hatta ümit vadeden bir cümleye rastlamak bile beni heyecanlandırmıştır.
Geri dönüp bakıyorum; biz bu yola gireli kırk yılı geçmiş... Gönlümün dağ olan
umutları tepelere dönüşmüş; gene de fazla bir şey yok. Arif Nihat hocanın
serzenişini bilirsiniz: Alem Tepesini dağ bilip dağ adını vermişler, dağ
görmemişler... Şimdi yazılı ve görsel basının takviyesinde nice tepeciklerin
dağ diye sunulduğunu görüyorsunuz...
Ama
ben bir dağ gördüm; gölgesi kalın, doruğu yüce, kendisi bir hayal gibi gelip
geçti...
***
Şehit
Adem Yavuz sokağındaki yazıhanede oturuyordum. Telefon çaldı. Ötüken'den Nurhan
(Alpay). “Birisi, Ahmet ağabeye bir roman müsveddesi getirmiş, illa bir okuyun
diyor. Sana göndereyim de bir bak.” “Yazarı kimmiş?” dedim. "Bilmiyorum,
dedi, onların fakültede kaynakçı mıymış neymiş." Eyvah; o zamanın moda
tabiriyle düştük bir obsesyonun karalamalarına... Ahmet ağabey Ötüken'in
ortaklarından, İstanbul Teknik Üniversitesi uçak kürsüsünde profesör. Kırk
türlü sebepten ötürü onunla tartışmaya giremem. “Madem ısrar ediyor, gönder,
bakayım.” dedim.
Kaç
gün sonraydı bilemiyorum; Ötüken'den sarı bir zarf geldi. Açmadım; masanın bir
yanına, mahkeme dosyalarının arasına koydum.
Dava
dilekçelerinin kuruluğundan ve babamın kırk beş yıllık daktilosuna kıvrılıp
yazmaktan yorulduğum bir gün arkama genişçe yaslanıp elimi yandaki kütüphaneye uzattım;
seçtiğim bir kitap yoktu, rahatlatıcı birkaç sayfa okuyacaktım o kadar.
Ötüken'den
gelen sarı zarf gözüme ilişti; hayır, olmaz; şimdi çekemem. Kalktım,
salona geçtim, Şeref'in (Yılmaz) odasına girdim. Sokağı seyrettim biraz. Her
yerde olduğu gibi park sorunu yaşanıyor; adamın biri arabanın tamponunu sürte
sürte bir araya girmeye çalışıyor. Odama dönecekken, vazgeçtim; pek
kullanmadığımız balkona çıktım. İçimde tuhaf bir kıpırtı var; odama dönersem
bir şey mi olacak, tutulacak mıyım? Bunları sonradan düşünüyorum; ama öyle
oldu. Odama girdim ve çıkamadım.
Kitabın
adı Martalı Matyas idi; yazarın adını duymamıştım. Şöyle başlıyordu:
"Yağmur üç gündür devam ediyor, bir türlü dinmek bilmiyordu." Atının
üstündeki genç Macar beyi, iki husar ve kılavuzu ile Yanık Kalesi'ne
gidiyorlardı…
Kitap
beni sardı. Daha yarısına gelmeden Galip Ağabey'e telefon ettim; “Galip Ağabey
bir kitap okuyorum” dedim. Uykulu bir ses “İyi, âferin" dedi. “Bu kitap,
dedim, henüz basılmamış. Adını hiç duymadığımız biri yazmış" "İyi ya,
ne var bunda" dedi.
"Fakat
Galip Ağabey, bu kitap bir müptedi heveslinin, bir amatörün yazabileceği şey
değil; çok sağlam ve şiirli bir dili var, ayrıca adam doğuştan romancı gibi;
Osmanlı serhadlerini anlatıyor..." "Allah, Allaah dedi, gönder ben de
bir bakayım."
Romanı
o hızla bitirdim; kalkarken kafam allak bullaktı. Hikâyenin sonu, insanın
yüreğini burkan olaylar, acılar ve çok yoğun geçen felaketlerle örülmüştü. Çok
etkilenmiştim. Bu güzel roman sahici miydi; yani ilk kez roman yazan bir insan
böyle bir şey yazabilir miydi? Bu mümkün değildi. Peki bu okuduğum neydi? Bir
başkasından aparma olabilir miydi? Türk romanında bu tür bir eser var mıydı ki,
aparılsın; ayrıca o dil ve üslup güzelliği ne olacaktı? Bir açıklama bulamadım
ama bir müptedinin yazdığına da inanmadım. Dosyayı Galip Ağabey'e verdim.
Ertesi
gün Galip Ağabey yazıhaneye geldiğinde, baktım o da polisiye düşünüyor. Kitap
üstüne biraz konuştuk; böyle bir eserin aşırmalarla yazılamayacağına çoktan
karar verdik de bir açıklamasını da bulamadık. Gidip bu adamla tanışmalı, yüz
yüze konuşmalıydık...
İstanbul'a
telefon ettim. “Nurhan, dedim bu adamı bulun, Ötüken'e gelsin. Biz de Galip
Ağabey ile geliyoruz."
Ötüken'de
çayımızı içerken temiz ve sade giyimli açık alınlı, kırk-kırk beş yaşlarında,
oturmuş bir adam girdi. Nurhan, "Bahaeddin Özkişi bey” diye takdim etti.
Ben adama karşı kötü niyetli olduğum, yani bu romanın bir şekilde ona ait
olmadığını düşündüğüm için yüzüne, doğru dürüst de bakamıyorum. Galip Ağabey de
güya yoklamak için bazı sorular soruyor ama onun da aynı sıkıntı içinde
olduğunu görüyorum. Bahaeddin bey işin ne ölçüde farkında bilemiyorum; ama
sakin, kısa ve biraz da soğuk cevaplar veriyor; konuşma bir türlü sıcak bir
sohbete dönüşemiyor.
O
görüşmeden, yeni yazarımızın Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sohbetlerinde ve Behçet
Necatigil'in çevresinde bulunduğunu öğrenerek ayrıldık. Galip ağabeyle
birbirimize itiraf etmiyoruz ama çok başarısız bir hamle hatta yanlış bir iş
yaptığımızın ikimiz de farkındaydık... Fakat ne yazık ki şüphelerimizi de
yenebilmiş değildik.
Ankara'ya
dönerken daha önce yazdıklarından bazı hikâyeleri daktilo yazması halinde bana
verdi. İçlerinde mizah denemeleri de olduğunu, ancak bu tarzı sürdürmediğini
söyledi. Yazıhaneye geldim, mizah hikâyelerinden birini okumaya başladım ve
tamam, dedim; ben bu hikâyeyi okumuşum... İkinciyi de okuyunca artık hiçbir
şüphem kalmadı; ben bu hikâyeleri okumuştum; ama nerede? Hikâyeler, Covanni
Papini'yi andıran, yüksek düzeyli ve çok dolu çalışmalardı. Galip Ağabey'i
aradım ve söyledim. Ertesi gün yeniden İstanbul'daydım.
***
Daha
sohbetin başında ben konuya nasıl girebileceğimi yeniden ölçüp biçerken
Bahaeddin bey bu mizah hikâyelerini Akbaba dergisinde yayımladığını söyledi.
İçimden kıpkırmızı oldum; dışa vurdu mu, fark edebildi mi bilemiyorum. Yusuf
Ziya Ortaç'ın dergisi en sevdiğim ve hemen hiçbir sayısını kaçırmadığım bir
dergi idi. Demek orada okumuşum...
Sonra
dost olduk. Ahmet ağabeyin ısrarı ile romanın adı Köse Kadı oldu. Romanı devam
ettirmesini istedik; Uçtaki Adam'ı kısa sürede yazdı. Peyami Safa roman
yarışmasına katılmasını istedik; Sokakta'yı yazdı. Değerlendirme için jüri
toplandığında rahmetli Ahmet Kabaklı hocanın, ilk yirmi beş sayfayı okurken
büyük bir roman karşısında olduğumu anladım, dediğini hatırlıyorum. Gerçekten
de o ilk yirmi-otuz sayfa Tanpınar'ın Huzur romanının girişini hatırlatır; ama
açıkçası ondan daha sıcak ve güzeldir.
Sonra
Göç Zamanı'nı yayımladık. Ahmet Hamdi bu hikâyeler için, devam et oğlum, senden
üç-beş Sait Faik çıkar demiş, yahut benzeri şeyler söylemiş. Keşke öyle
olsaydı, Sait Faik'in yanına birkaç cilt de Bahaeddin Özkişi koyabilseydik.
Olmadı. Şimdi, Göç Zamanı, o incecik kitap Türk hikâyeciliğinin doruklarında
bir pırlanta gibi ve yalnız duruyor...
Yorumlar
Yorum Gönder