Ana içeriğe atla

BİR KEŞFİN HİKÂYESİ – NEVZAT KÖSOĞLU

Sizi biraz daha yakın zamanlara getireyim; bu, Ötüken Yayınevi'ndeki editörlük çalışmalarımızın bir hikâyesidir.
Kitap okumak güzel şeydir de bir amatörün çiziktirdiklerini editör sıfatıyla okumak çok sıkıntılıdır. Yazan yahut size sunan kişi, aslında kitabın değerine çoktan inanmıştır da nezaketen yahut övünmüş olmamak için şuna bir bakın bakalım yayımlanmaya değer mi diye dosyayı önünüze koyar.
Arada hiçbir hatır gönül olmasa da bu dosyaları, acaba dişe dokunur bir şey bulabilir miyim diye sabrımın başına vura vura okumuşumdur. Hayır, sonuna kadar okuyamadıklarım da vardır; öyle ki rahmetli Galip (Erdem) ağabeyin deyişiyle, silah zoruyla bile okunamazlar.
Sezar'ın yakınlarından biri varmış, ölüm döşeğindeyken "Sezar, demiş sana bütün haklarımı helal ettim de o berbat şiirlerini dinlemek zorunda kalışımı bir türlü affedemiyorum!..." Adamın canı ne kadar yanmış anlayın...
Güzel bir hikâyeye hatta ümit vadeden bir cümleye rastlamak bile beni heyecanlandırmıştır. Geri dönüp bakıyorum; biz bu yola gireli kırk yılı geçmiş... Gönlümün dağ olan umutları tepelere dönüşmüş; gene de fazla bir şey yok. Arif Nihat hocanın serzenişini bilirsiniz: Alem Tepesini dağ bilip dağ adını vermişler, dağ görmemişler... Şimdi yazılı ve görsel basının takviyesinde nice tepeciklerin dağ diye sunulduğunu görüyorsunuz...
Ama ben bir dağ gördüm; gölgesi kalın, doruğu yüce, kendisi bir hayal gibi gelip geçti...
***
Şehit Adem Yavuz sokağındaki yazıhanede oturuyordum. Telefon çaldı. Ötüken'den Nurhan (Alpay). “Birisi, Ahmet ağabeye bir roman müsveddesi getirmiş, illa bir okuyun diyor. Sana göndereyim de bir bak.” “Yazarı kimmiş?” dedim. "Bilmiyorum, dedi, onların fakültede kaynakçı mıymış neymiş." Eyvah; o zamanın moda tabiriyle düştük bir obsesyonun karalamalarına... Ahmet ağabey Ötüken'in ortaklarından, İstanbul Teknik Üniversitesi uçak kürsüsünde profesör. Kırk türlü sebepten ötürü onunla tartışmaya giremem. “Madem ısrar ediyor, gönder, bakayım.” dedim.
Kaç gün sonraydı bilemiyorum; Ötüken'den sarı bir zarf geldi. Açmadım; masanın bir yanına, mahkeme dosyalarının arasına koydum.
Dava dilekçelerinin kuruluğundan ve babamın kırk beş yıllık daktilosuna kıvrılıp yazmaktan yorulduğum bir gün arkama genişçe yaslanıp elimi yandaki kütüphaneye uzattım; seçtiğim bir kitap yoktu, rahatlatıcı birkaç sayfa okuyacaktım o kadar.
Ötüken'den gelen sarı zarf gözüme ilişti; hayır, olmaz; şimdi çekemem. Kalktım, salona geçtim, Şeref'in (Yılmaz) odasına girdim. Sokağı seyrettim biraz. Her yerde olduğu gibi park sorunu yaşanıyor; adamın biri arabanın tamponunu sürte sürte bir araya girmeye çalışıyor. Odama dönecekken, vazgeçtim; pek kullanmadığımız balkona çıktım. İçimde tuhaf bir kıpırtı var; odama dönersem bir şey mi olacak, tutulacak mıyım? Bunları sonradan düşünüyorum; ama öyle oldu. Odama girdim ve çıkamadım.
Kitabın adı Martalı Matyas idi; yazarın adını duymamıştım. Şöyle başlıyordu: "Yağmur üç gündür devam ediyor, bir türlü dinmek bilmiyordu." Atının üstündeki genç Macar beyi, iki husar ve kılavuzu ile Yanık Kalesi'ne gidiyorlardı…
Kitap beni sardı. Daha yarısına gelmeden Galip Ağabey'e telefon ettim; “Galip Ağabey bir kitap okuyorum” dedim. Uykulu bir ses “İyi, âferin" dedi. “Bu kitap, dedim, henüz basılmamış. Adını hiç duymadığımız biri yazmış" "İyi ya, ne var bunda" dedi.
"Fakat Galip Ağabey, bu kitap bir müptedi heveslinin, bir amatörün yazabileceği şey değil; çok sağlam ve şiirli bir dili var, ayrıca adam doğuştan romancı gibi; Osmanlı serhadlerini anlatıyor..." "Allah, Allaah dedi, gönder ben de bir bakayım."
Romanı o hızla bitirdim; kalkarken kafam allak bullaktı. Hikâyenin sonu, insanın yüreğini burkan olaylar, acılar ve çok yoğun geçen felaketlerle örülmüştü. Çok etkilenmiştim. Bu güzel roman sahici miydi; yani ilk kez roman yazan bir insan böyle bir şey yazabilir miydi? Bu mümkün değildi. Peki bu okuduğum neydi? Bir başkasından aparma olabilir miydi? Türk romanında bu tür bir eser var mıydı ki, aparılsın; ayrıca o dil ve üslup güzelliği ne olacaktı? Bir açıklama bulamadım ama bir müptedinin yazdığına da inanmadım. Dosyayı Galip Ağabey'e verdim.
Ertesi gün Galip Ağabey yazıhaneye geldiğinde, baktım o da polisiye düşünüyor. Kitap üstüne biraz konuştuk; böyle bir eserin aşırmalarla yazılamayacağına çoktan karar verdik de bir açıklamasını da bulamadık. Gidip bu adamla tanışmalı, yüz yüze konuşmalıydık...
İstanbul'a telefon ettim. “Nurhan, dedim bu adamı bulun, Ötüken'e gelsin. Biz de Galip Ağabey ile geliyoruz."
Ötüken'de çayımızı içerken temiz ve sade giyimli açık alınlı, kırk-kırk beş yaşlarında, oturmuş bir adam girdi. Nurhan, "Bahaeddin Özkişi bey” diye takdim etti. Ben adama karşı kötü niyetli olduğum, yani bu romanın bir şekilde ona ait olmadığını düşündüğüm için yüzüne, doğru dürüst de bakamıyorum. Galip Ağabey de güya yoklamak için bazı sorular soruyor ama onun da aynı sıkıntı içinde olduğunu görüyorum. Bahaeddin bey işin ne ölçüde farkında bilemiyorum; ama sakin, kısa ve biraz da soğuk cevaplar veriyor; konuşma bir türlü sıcak bir sohbete dönüşemiyor.
O görüşmeden, yeni yazarımızın Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sohbetlerinde ve Behçet Necatigil'in çevresinde bulunduğunu öğrenerek ayrıldık. Galip ağabeyle birbirimize itiraf etmiyoruz ama çok başarısız bir hamle hatta yanlış bir iş yaptığımızın ikimiz de farkındaydık... Fakat ne yazık ki şüphelerimizi de yenebilmiş değildik.
Ankara'ya dönerken daha önce yazdıklarından bazı hikâyeleri daktilo yazması halinde bana verdi. İçlerinde mizah denemeleri de olduğunu, ancak bu tarzı sürdürmediğini söyledi. Yazıhaneye geldim, mizah hikâyelerinden birini okumaya başladım ve tamam, dedim; ben bu hikâyeyi okumuşum... İkinciyi de okuyunca artık hiçbir şüphem kalmadı; ben bu hikâyeleri okumuştum; ama nerede? Hikâyeler, Covanni Papini'yi andıran, yüksek düzeyli ve çok dolu çalışmalardı. Galip Ağabey'i aradım ve söyledim. Ertesi gün yeniden İstanbul'daydım.
***
Daha sohbetin başında ben konuya nasıl girebileceğimi yeniden ölçüp biçerken Bahaeddin bey bu mizah hikâyelerini Akbaba dergisinde yayımladığını söyledi. İçimden kıpkırmızı oldum; dışa vurdu mu, fark edebildi mi bilemiyorum. Yusuf Ziya Ortaç'ın dergisi en sevdiğim ve hemen hiçbir sayısını kaçırmadığım bir dergi idi. Demek orada okumuşum...
Sonra dost olduk. Ahmet ağabeyin ısrarı ile romanın adı Köse Kadı oldu. Romanı devam ettirmesini istedik; Uçtaki Adam'ı kısa sürede yazdı. Peyami Safa roman yarışmasına katılmasını istedik; Sokakta'yı yazdı. Değerlendirme için jüri toplandığında rahmetli Ahmet Kabaklı hocanın, ilk yirmi beş sayfayı okurken büyük bir roman karşısında olduğumu anladım, dediğini hatırlıyorum. Gerçekten de o ilk yirmi-otuz sayfa Tanpınar'ın Huzur romanının girişini hatırlatır; ama açıkçası ondan daha sıcak ve güzeldir.
Sonra Göç Zamanı'nı yayımladık. Ahmet Hamdi bu hikâyeler için, devam et oğlum, senden üç-beş Sait Faik çıkar demiş, yahut benzeri şeyler söylemiş. Keşke öyle olsaydı, Sait Faik'in yanına birkaç cilt de Bahaeddin Özkişi koyabilseydik. Olmadı. Şimdi, Göç Zamanı, o incecik kitap Türk hikâyeciliğinin doruklarında bir pırlanta gibi ve yalnız duruyor...

Yorumlar