Ey
görklü derviş, ey büyük ozan!... Bugüne kadar, senin bıraktığın bozkırlara
senin gönül pencerenden bakmak nasip olmadı bana!
Evet,
ben de geçtim geçtiğin bozkırlardan... Ama yüzyılların dirençsizliğini, yıkık
döküklüğünü modern zamanlara tutuşturan bu kararsız şehirleri, bu bitkin
kasabaları kâh bir acımayla, kâh bir isyanla seyrettim o kadar. O kadardı
gençliğimin merceği... Zamanı okumaktan, halkı yorumlamaktan, onu sayısız
çileye rağmen asırlarca ayakta tutan sebepleri yoklamaktan uzaktım.
Artık
ilk gençlik yıllarım geride kaldı; yalnızca satıhtaki bozukluklar üzerine
konuşan o toy yanlarım terk etti beni. Bugün, yaşadığım toprakların hem tarihi,
hem talihi üzerine düşünürken, bütün açıklamaların kavşağında, sultanların,
beylerin, bitip tükenmeyen savaşların ya da bitkin bir halkın değil de, senin
durduğunu biliyorum. Biliyorum ki, “darı”ya hâlâ “darı” diyorsak ve hâlâ bir
“sarı çiçek”le konuşmayı umuyorsak, senin kayıta ihtiyaç duyulmayan okulun
sayesindedir...
Oysa
ben seni, bizi millet yapan kumaşın en usta terzisi değil de, orada burada
ilahileri okunan bir geçmiş zaman dervişi olarak tanımıştım başlangıçta. Cami
kenarlarında kurulan tezgahlarda, dindarlara ait meclislerde, ya da kimi
merasimlerde insanların gönlüne akan bu ilahilerin ne anlamları ne de yazanı
hakkında derin bir düşünceye dalma ihtiyacı hissetmedim. Zannettim ki, derman
arayan hastaların, çaresiz kadınların, mutsuz kızların, sevdalı dindar
gençlerin, cenneti arzulayan yaşlıların içlerini ferahlatmak için kapısını
çaldıkları bir ben-i âdemden ibarettir Yunus Emre... Her türden inancın
yalnızca seçkinlerine meyilli olan ben, bütün bu alt kültürü oluşturan
insanların hemencecik bağlandıkları bir “ilahi yazarı”na ne diye bağlanaydım(!)
Nereden
bilebilirdim, sosyal bilimlerin, felsefî metinlerin, tarih bilincinin beni
döndürüp dolaştırıp senin eşiğine getireceğini. Hurufatı yeni tanımaya başlayan
bir çocuk gibi, konuştuğum dilin, yazdığım şiirin, inanma biçimimin en sağlam
öğretmeninin sen olduğunu nihayet sökmeye başlıyorum. Ve artık iyi biliyorum
ki, Yunus'la çıkılan yolculuğun ne bir durağı, ne bir varışı yoktur. Bana
verdiğin ilk dersi burada herkesle paylaşmak isterim: İnsan, yalnızca son
nefesinin isçisidir...
Seni
anlamak için "ete kemiğe bürünüp, Yunus diye göründüğün” on üçüncü yüzyıla,
o büyük yıkım çağına geri dönmek gerekiyor. Horasan erenlerinden el alan
ustaların elinde iki asırdır ilmeklenip duran Anadolu kumaşı, Batıdan
Haçlıların, Doğudan Moğolların biteviye açılıp kapanan makaslarıyla paramparça
olmaya başlamıştı. Selçuklu'nun düzeni bozulmuş, sayısız beylik peyda olmuş,
ruhlar sarsılmaya ve insanlar bu toprakları topluca içine girdikleri büyük bir
kefen gibi görmeye başlamışlardı. Bütün Anadolu'nun dünyevi güçler tarafından
bitkin düşürüldüğü bir zamanda sen, sanki hayatımız daha yeni başlıyormuşçasına
“Türkçe'nin süt dişlerini” çıkararak konuşmaya başladın. Muvazenesi bozulmuş
bir coğrafyada her gün sarı bir çiçekle konuşmaya çıkan da, tam kırk yıl
boyunca efendisinin eşiğine odun taşıyan da sendin. Bir kez olsun seni yanıtsız
bırakmadı konuştuğun çiçekler; bir kez olsun, eğik bir odun taşımadın
bağlandığın eşiğe!
O
yıllarda gamsızmış gibi görünen, ama hayata bambaşka bir cepheden can veren bu
büyük ruh iradesi, ruhu için teselli arayan uçsuz bucaksız bir coğrafyanın rönesansı
oldu. Bugün, Yunus'un dilinden hayat bulan bir vatanımızın ve ancak
"Yunus'un dili”ne sarıldıkça savuşturulacak belalarımızın olduğunu
biliyoruz. Biliyoruz ki, bu topraklar herkesten çok, "bir garip derviş'in
hediyesidir bize...
İnsanlar
çoğunlukla konuştukları dilin kıymetini bilmezler. “Ekmek” deyince ekmeğin,
"ev” deyince evin anlaşılması yeter de artar onlar için. Dahası, şairleri
romantik bir dilbaz, edebiyatçıları hayalperest birer tahkiyeci gibi görmeye
meyillidirler. Oysa bir toplumun dili, yalnızca günlük ihtiyaçlarını
dillendirdikleri bir vasıtadan ibaret değildir. İnsan, mukadderatının bütün
cephelerini ancak kelimelere kodlayarak kavrayabilir. Tanrıya yakarırken bile,
kelimelerimizin yetmediği yerde, ruhumuz daralmaya başlar. Dünyaya bir dil ile
mensup oluruz, burada tuttuğumuz yer de, taşıdığımız anlam da dilimizin
imkanları nispetindedir.
Kelimelerin
hem tarihine hem hafızalarına doğru ne vakit bir yolculuğa çıksak, her
seferinde, onları arı duru bir halde şiire döküp hiç ölmemecesine kayıt altına
alan senin görklü ozanlığın karşılar bizi. Ve birden anlarız ki Derviş Yunus, o
eşsiz alçak gönüllülüğü ile bir bozkırdan diğerine dolaşırken, bir milletin dil
hazinesini doldurmayı da ihmal etmemiş; onu, gelecek zamanın haramilerine karşı
sağlam senetlere bağlamıştır. Kim itiraz edebilir şu söylediğime: Türkçe
konuşmak, Yunusça konuşmaktır; benim dilim, bir dervişin tarihi ve tabiatı her
dem yeniden yeşerten dimağında eğrilmiştir...
Ey
görklü ozan!
Trenler
bir kentten bir kente, tramvaylar bir semtten diğerine akıyor hızla. Evler göğe
yükseldi ve insanlar sığmaz oldu sokaklara. Bir metal yığınının ortasında, kan
ter içinde bir o yana, bir bu yana savrulup duruyoruz. Geceyle gündüz
arasındaki sınır da, yıldızlar da kayboldu. Asırlar önce özenle ilmeklediğin
yurt kumaşı bu kez barbarların mücehhez orduları tarafından değil, modern
zamanların daha bir inceltilmiş makasları tarafından doğranmaya başlandı. Ruh
bölük pörçük, günler dağınık, ufuk kuşkuyla kızıllaşmış... Yeni bir on üçüncü
yüzyıl yaşıyoruz sanki! Beklentisi mevsimler sürecek büyük bir doğumun ilk
sancılarına benziyor içine düştüğümüz karmaşa. İşte bir kez daha senin sınıfsız
okulunun öğrencileriyiz. Her şey yeniden yaratılmış gibi hayretle bakınıyoruz
çevremize; dünyanın bu yeni şekillenişine kelimeler bulmak için, senin duru
lisanına geri dönüyoruz; hayatin vaveylasına değil, tarihin ve tabiatın ritmine
kulak kabartıyoruz. Henüz yeni başlıyor çıraklığımız. Ne demiştin: "Suyum
alçaktan çekerim / Dönüp yükseğe dökerim...”
Mostar
Dergisi, Eylül 2005, Sayı 7, sf 16-18
Yorumlar
Yorum Gönder