Ana içeriğe atla

BİR USANMAZ OZAN İÇİN - ALİ AYÇİL

Ey görklü derviş, ey büyük ozan!... Bugüne kadar, senin bıraktığın bozkırlara senin gönül pencerenden bakmak nasip olmadı bana!
Evet, ben de geçtim geçtiğin bozkırlardan... Ama yüzyılların dirençsizliğini, yıkık döküklüğünü modern zamanlara tutuşturan bu kararsız şehirleri, bu bitkin kasabaları kâh bir acımayla, kâh bir isyanla seyrettim o kadar. O kadardı gençliğimin merceği... Zamanı okumaktan, halkı yorumlamaktan, onu sayısız çileye rağmen asırlarca ayakta tutan sebepleri yoklamaktan uzaktım.
Artık ilk gençlik yıllarım geride kaldı; yalnızca satıhtaki bozukluklar üzerine konuşan o toy yanlarım terk etti beni. Bugün, yaşadığım toprakların hem tarihi, hem talihi üzerine düşünürken, bütün açıklamaların kavşağında, sultanların, beylerin, bitip tükenmeyen savaşların ya da bitkin bir halkın değil de, senin durduğunu biliyorum. Biliyorum ki, “darı”ya hâlâ “darı” diyorsak ve hâlâ bir “sarı çiçek”le konuşmayı umuyorsak, senin kayıta ihtiyaç duyulmayan okulun sayesindedir...
Oysa ben seni, bizi millet yapan kumaşın en usta terzisi değil de, orada burada ilahileri okunan bir geçmiş zaman dervişi olarak tanımıştım başlangıçta. Cami kenarlarında kurulan tezgahlarda, dindarlara ait meclislerde, ya da kimi merasimlerde insanların gönlüne akan bu ilahilerin ne anlamları ne de yazanı hakkında derin bir düşünceye dalma ihtiyacı hissetmedim. Zannettim ki, derman arayan hastaların, çaresiz kadınların, mutsuz kızların, sevdalı dindar gençlerin, cenneti arzulayan yaşlıların içlerini ferahlatmak için kapısını çaldıkları bir ben-i âdemden ibarettir Yunus Emre... Her türden inancın yalnızca seçkinlerine meyilli olan ben, bütün bu alt kültürü oluşturan insanların hemencecik bağlandıkları bir “ilahi yazarı”na ne diye bağlanaydım(!)
Nereden bilebilirdim, sosyal bilimlerin, felsefî metinlerin, tarih bilincinin beni döndürüp dolaştırıp senin eşiğine getireceğini. Hurufatı yeni tanımaya başlayan bir çocuk gibi, konuştuğum dilin, yazdığım şiirin, inanma biçimimin en sağlam öğretmeninin sen olduğunu nihayet sökmeye başlıyorum. Ve artık iyi biliyorum ki, Yunus'la çıkılan yolculuğun ne bir durağı, ne bir varışı yoktur. Bana verdiğin ilk dersi burada herkesle paylaşmak isterim: İnsan, yalnızca son nefesinin isçisidir...
Seni anlamak için "ete kemiğe bürünüp, Yunus diye göründüğün” on üçüncü yüzyıla, o büyük yıkım çağına geri dönmek gerekiyor. Horasan erenlerinden el alan ustaların elinde iki asırdır ilmeklenip duran Anadolu kumaşı, Batıdan Haçlıların, Doğudan Moğolların biteviye açılıp kapanan makaslarıyla paramparça olmaya başlamıştı. Selçuklu'nun düzeni bozulmuş, sayısız beylik peyda olmuş, ruhlar sarsılmaya ve insanlar bu toprakları topluca içine girdikleri büyük bir kefen gibi görmeye başlamışlardı. Bütün Anadolu'nun dünyevi güçler tarafından bitkin düşürüldüğü bir zamanda sen, sanki hayatımız daha yeni başlıyormuşçasına “Türkçe'nin süt dişlerini” çıkararak konuşmaya başladın. Muvazenesi bozulmuş bir coğrafyada her gün sarı bir çiçekle konuşmaya çıkan da, tam kırk yıl boyunca efendisinin eşiğine odun taşıyan da sendin. Bir kez olsun seni yanıtsız bırakmadı konuştuğun çiçekler; bir kez olsun, eğik bir odun taşımadın bağlandığın eşiğe!
O yıllarda gamsızmış gibi görünen, ama hayata bambaşka bir cepheden can veren bu büyük ruh iradesi, ruhu için teselli arayan uçsuz bucaksız bir coğrafyanın rönesansı oldu. Bugün, Yunus'un dilinden hayat bulan bir vatanımızın ve ancak "Yunus'un dili”ne sarıldıkça savuşturulacak belalarımızın olduğunu biliyoruz. Biliyoruz ki, bu topraklar herkesten çok, "bir garip derviş'in hediyesidir bize...
İnsanlar çoğunlukla konuştukları dilin kıymetini bilmezler. “Ekmek” deyince ekmeğin, "ev” deyince evin anlaşılması yeter de artar onlar için. Dahası, şairleri romantik bir dilbaz, edebiyatçıları hayalperest birer tahkiyeci gibi görmeye meyillidirler. Oysa bir toplumun dili, yalnızca günlük ihtiyaçlarını dillendirdikleri bir vasıtadan ibaret değildir. İnsan, mukadderatının bütün cephelerini ancak kelimelere kodlayarak kavrayabilir. Tanrıya yakarırken bile, kelimelerimizin yetmediği yerde, ruhumuz daralmaya başlar. Dünyaya bir dil ile mensup oluruz, burada tuttuğumuz yer de, taşıdığımız anlam da dilimizin imkanları nispetindedir.
Kelimelerin hem tarihine hem hafızalarına doğru ne vakit bir yolculuğa çıksak, her seferinde, onları arı duru bir halde şiire döküp hiç ölmemecesine kayıt altına alan senin görklü ozanlığın karşılar bizi. Ve birden anlarız ki Derviş Yunus, o eşsiz alçak gönüllülüğü ile bir bozkırdan diğerine dolaşırken, bir milletin dil hazinesini doldurmayı da ihmal etmemiş; onu, gelecek zamanın haramilerine karşı sağlam senetlere bağlamıştır. Kim itiraz edebilir şu söylediğime: Türkçe konuşmak, Yunusça konuşmaktır; benim dilim, bir dervişin tarihi ve tabiatı her dem yeniden yeşerten dimağında eğrilmiştir...
Ey görklü ozan!
Trenler bir kentten bir kente, tramvaylar bir semtten diğerine akıyor hızla. Evler göğe yükseldi ve insanlar sığmaz oldu sokaklara. Bir metal yığınının ortasında, kan ter içinde bir o yana, bir bu yana savrulup duruyoruz. Geceyle gündüz arasındaki sınır da, yıldızlar da kayboldu. Asırlar önce özenle ilmeklediğin yurt kumaşı bu kez barbarların mücehhez orduları tarafından değil, modern zamanların daha bir inceltilmiş makasları tarafından doğranmaya başlandı. Ruh bölük pörçük, günler dağınık, ufuk kuşkuyla kızıllaşmış... Yeni bir on üçüncü yüzyıl yaşıyoruz sanki! Beklentisi mevsimler sürecek büyük bir doğumun ilk sancılarına benziyor içine düştüğümüz karmaşa. İşte bir kez daha senin sınıfsız okulunun öğrencileriyiz. Her şey yeniden yaratılmış gibi hayretle bakınıyoruz çevremize; dünyanın bu yeni şekillenişine kelimeler bulmak için, senin duru lisanına geri dönüyoruz; hayatin vaveylasına değil, tarihin ve tabiatın ritmine kulak kabartıyoruz. Henüz yeni başlıyor çıraklığımız. Ne demiştin: "Suyum alçaktan çekerim / Dönüp yükseğe dökerim...”

Mostar Dergisi, Eylül 2005, Sayı 7, sf 16-18

Yorumlar