Hikâye Malzemesi Dükkânı İçin
Heybemizde İşlenmiş Malzeme Bulunur:
-Hikâye Malzemesi
Esnaflarından Muhterem Hasan Keklikci Ağabey’e-
-
“Selamün aleyküm usta.”
“Ve aleykümselam. Buyur ede?”
“Hikâye Malzemesi Dükkânı bura mı?”
“Doğru gelmişsin. Buyur, ne lazımdı?”
“Bende biraz hikâye içi var da, hikaye
içi alır mısınız?”
“Gardaş, biz kendi imalatımızı toptan
fiyatına satıyoruz. Dışarıdan alırsak zarar ederiz. Biz işin ticaretinde değiliz. Maksat vatandaşın
işi görülsün. Malzeme al-satcılığını yol üstünde Hasan usta var, o yapar. Bak
bu gördüğün listeler hep bizim imalatımız. Depo malzeme dolu. Amma yol
üstündeki Hasan usta bu işin ticaretini yapar. Bazen ben de malzeme veririm
ona. Biz imalatçıyız. O alır satar. Satılacak malzemen varsa sen ona götür."
“Abi benim malzeme işlenmiş, kabuğu, eşeleği ayıklanmış
malzeme yalnız. Hikâye içi. Bir bak istersen."
“Bir bakalım
o zaman, aç bakalım heybeni. ….. Hımmm… Temiz görünüyor. Taze mi? Bu senenin
mahsülü mü? … Eyi madem, sen bir numune bırak. Vatandaşa bunu da gösteririz.
İlgi duyan olursa senden üç beş kilo alır gram gram satarız. Çok bir kazancı
olmaz amma maksat senin de işin görülsün. Bize de bir çay parası kalırsa ne
âlâ.”
“Şöyle bir avuç bırakıyorum. Senden haber bekliyorum. Hikayemiz 'Kent Taşı' başlığını taşıyor:”
****
“Hasan Emmi içme şu zıhım olasıcayı!
Başımızı araba dutuyo. Midamız dayanmıyo.”
“Aha gapı ağzına geçiyom anam. Dumanı
dışarı gider.”
“Durdu usta ordan bir poşet ver.
N’olur n’olmaz. Bunarın başını araba dutar.”
Sigaranın daha toplu taşıma araçlarında bile yasak olmadığı
yıllardı. Godaz Durdu Usta, sabah ezanıyla birlikte yolcu alacağı ilk köy olan
bizim köyümüz Yeniyapan’a gelmiş, havalı kamyon kornası takılı arabasının
kornasını birkaç kez öttürmüş ve durakta durmuştu. Değişik bir arabası vardı.
Yetmişlerden kalma, değişik şekli olan ama sağlam balta burun bir dolmuştu. Yıllarca
kullandı rahmetli onu. Arabayı kaçırmamak için şafakla birlikte durağa çıkıp
beklemeye başladığımız için hemen dolmuşa binmiştik. Hasan Emmi de biner binmez
evde pencere sahanlığında kuruttuğu sarma tütününden gazete kağıdıyla
sigarasını sarmış ve yakmıştı.
Zaten usta da durakta fazla beklemez, önceki günden tembih
eden yolcu ya da ısmarıçcı varsa onları alır, arabaya yüklenecek yük varsa orda
bulunan gençlere “hele bir el atın döller” der, yükü atar, hemen yola çıkardı.
Bu gün Mehmet Emmi’den erken gelmişti. Mehmet Emmi de bir elliNC almış ve köyle
Maraş arasında yolcu taşımaya yeni başlamış diğer bir şofördü. Bir de Filik
Usta vardı ama onun dolmuşu çok eskiydi. Kış günlerinde altına ateş yakıp
ısıtarak anca çalıştırırdı. Direksiyonun üstüne doğru abanır, iter gibi
kullanırdı arabayı. Biz çocuklar okulun önündeki yolda geldiğini görürdük
bazen. İteklemese araba gitmeyecek sanırdık. O, sabahları daha geç gelirdi.
Hatta bazen dolmuşu arızalanır o gün gelmezdi. Köylüler “Bu gün Filik hasta
olmuş” derlerdi.
Godaz Usta atacağı yükü attı. Dünden tembih eden yolcularını
kontrol etti. Gelen giden var mı diye havalı kornasını tekrar öttürdü. O arada
daha Kötü Tarla’nın öbür yanından kornasının sesini duyanlar “Bu Godaz’ın
kornası” demiş ve bazı yolcular yolun altına doğru inmişlerdi. Çünkü onlar
Mehmet Usta’ya tembih etmişlerdi kendilerini alması için. “Biz Köse’ye dediydik
dün” dediler. “Her zaman da Köse erken gelirdi, uyanamadı mı n’oottu” “Godaz’ın
kornasını duymuştur; şindi o da peşinden gelir”. Mehmet ustaya söyleyenler
Durdu ustaya görünmek istemezler, Durdu Ustaya tembih edenler de Mehmet Ustaya
görünmek istemezlerdi. Her ikisiyle de merhabaları vardı. Tembih etmeseler
bazen çok erken gelip beklemeden giderlerdi. O zamanlar şimdiki dokunmatik
ekranlı telefonları bırak, akılsız ev telefonu bile yok; mecbur bir gün önce
durağa çıkıp şoföre tembih etmek gerekirdi: “Usta yarın ben Maraş’a gedicim, beni
mutlaka al, çocuğun nüfus kayıt işi var, unutma ha”. Eğer geç kalırsan, usta da unutur beklemezse,
o gün için görülecek bir iş varsa Maraş’a gidemezsin ve işler kalırdı. Birine
tembih edip diğeri gelince binmeseler de ayıp olurdu. Onun için en iyisi az
aşağı inip beklemekti.
Durdu usta baktı gelen giden yok. O arada Mehmet Usta da Kötü
Tarla’dan kornasını çalarak geldiğini haber vermişti. Durdu usta “bismillah”
deyip arabasını birkaç hamlede çalıştırdı ve hareket etti. Karşı köylerden
birinde ezan yeni okunuyordu. O zamanlar dağ yolu yoktu. Menzelet barajı yoktu.
Arabalar bütün köyleri dolanarak şehre Kazma Bağları’ndan girerdi. İnsanların yatsı
namazından sonra yatıp seher vakti kalkmaya devam ettiği, namazdan sonra işinin
başında olduğu yıllardı. Bizim köyün arabaları da bazen sabah ezanından önce,
bazen sabah ezanıyla birlikte köyden çıkardı. Yol üstünde uğrayacakları yedi
köy daha vardı. Yol da dolambaçlı, çok virajlı ve çok uzundu. Sabah yedide
şehirde olabilmeleri için sabah ezanıyla birlikte köyden çıkmaları gerekiyordu.
İlkokul beşinci sınıfa geçmiştim. İlk defa Maraş’a gidiyordum.
Yatılı Okul ve Anadolu Lisesi sınavlarına girebilmem için nüfusa kayıtlı olmam
gerekiyormuş. Babam, beni nüfusa düşürmek için daha önce Nüfus Müdürlüğü’ne
gitmiş fakat yaşım büyük olduğu için nüfus memurları beni ve anamı da görmek
istemişler. Komşumuz Hasan Emmi de karısı Güssüm Nene’yle Fransa’dan gelen
kızlarının yanına gidiyorlardı. Hasan Emmi sarma sigara içerdi. Bazen tütünü
kalmayınca sakızlık ağacı kabuğunu ince ince kıyar kurutur, tütün yerine onu
sarardı gazete kağıdına. Gazete kâğıdı onun için değerliydi. Bazan babam
şehirden aldığı gazeteleri okuduktan sonra anamgile yaktırmaz, ona verirdi. O
yıllarda köyde içilen paket sigaralar bile filtresizdi. Bafra ve Birinci vardı
paket sigara olarak. Askerden gelenler asker sigarası getirirdi bir iki paket.
Maltepe, köyde en fiyakalı sigaraydı.
O sabah da Hasan Emmi dolmuşa biner binmez cigarasını sarmış tellendirmeye başlamıştı ki anam sokrandı. Güssüm Nene, “binmeden niye içmedin” diye kızdı. Babam da Durdu Usta’dan poşet istedi. Yol çok dolambaçlı, inişli çıkışlı olduğundan, yolculuk da uzun sürdüğünden özellikle kadın ve çocukların midesi bulanır ve kusarlardı. Zaten araba çalıştığı anda içeri dolan mazot kokusu sabah sabah mide bulandırmaya yeterdi. Onun için şoförler arabada siyah poşet bulundururlardı. Böyleleri için “araba başını tuttu” derlerdi. Nenem rahmetlik bir sefer bindiği “makine” başını tuttuğu için şehre gitmemeye yemin etmişti.
Ben de çok korkuyordum "Ya benim de başımı tutarsa, ya ben de kusarsam" diye. Hacıeyüplü’den de birkaç kişi bindi arabaya. Selam sabahtan sonra “Hayırdır Hoc’emmi ne hızmata gidiyonuz Maraş’a” dediler. “oğlanı nüfusa düşürücük” dedi babam. Uzaktan akraba olduğunu bildiğim ama adını bilmediğim amca bana döndü:
O sabah da Hasan Emmi dolmuşa biner binmez cigarasını sarmış tellendirmeye başlamıştı ki anam sokrandı. Güssüm Nene, “binmeden niye içmedin” diye kızdı. Babam da Durdu Usta’dan poşet istedi. Yol çok dolambaçlı, inişli çıkışlı olduğundan, yolculuk da uzun sürdüğünden özellikle kadın ve çocukların midesi bulanır ve kusarlardı. Zaten araba çalıştığı anda içeri dolan mazot kokusu sabah sabah mide bulandırmaya yeterdi. Onun için şoförler arabada siyah poşet bulundururlardı. Böyleleri için “araba başını tuttu” derlerdi. Nenem rahmetlik bir sefer bindiği “makine” başını tuttuğu için şehre gitmemeye yemin etmişti.
Ben de çok korkuyordum "Ya benim de başımı tutarsa, ya ben de kusarsam" diye. Hacıeyüplü’den de birkaç kişi bindi arabaya. Selam sabahtan sonra “Hayırdır Hoc’emmi ne hızmata gidiyonuz Maraş’a” dediler. “oğlanı nüfusa düşürücük” dedi babam. Uzaktan akraba olduğunu bildiğim ama adını bilmediğim amca bana döndü:
“Mehmet, oğlum, sen ilk defa mı gidiyon
Maraş’a? Daha evel gittin mi hiç?”
“Gitmedim.”
“Eh hayırlı olsun. Maraş’ın bir âdeti
var, onu biliyon mu sen?”
“Nasıl âdet emmi? Diye sordum
çekinerek.”
“Maraş’a ilk defa ayak basana daş
daşıdırlar, habarın yok mu senin? Duymadın mı heç? Galdırım daşları olur orda
büyük büyük, onlardan verirler gucaana -kucağına-.”
Sırtımdan aşağı soğuk sular boşandı. Üşümeye başladım. Anama
biraz daha sokuldum. Hacıeyüplülerden oldum olası çekinirdim. Onların çocukları
yite – döğüşçü, saldırgan- idi. Bizim köyde bakkal olmadığından onların köyüne
bakkala giderdik. Bakkala gidip gelirken bazı arkadaşları taşlamışlar. Onların
köyüne yalnız gitmeye korkardım. Anam da Hacıeyüplüden. Babamgil düğün seğmeni
olarak anamı gelin almaya gittiklerinde babamgili de taşlamışlarmış. Bu adam
beni taşlamadı ama taşlasa daha iyiydi. Kucağıma taş yığını koydu. Üşüyünce
midem de bulanmaya başladı. Kusacam diye daha çok korktum.
Kaldırım taşı neydi acaba? Kaldırılabilir miydi kol gücüyle?
Benim gücüm yeter miydi? Taşıyamazsam şehre sokmuyorlarmış. O zaman nüfusa da
kayıt olamam. Ya ayağıma düşürürsem taşı? Büyüklüğü ne kadar acaba? Resul
Emmi’nin duvar taşları kadar büyük mü? Köşe taşı büyüklüğündeyse yerinden bile
kımıldatamam. Duvar taşlarını az kaldırabiliyordum ama onları da fazla
götüremem. Ne kadar taşımam gerekiyor acaba? Kaç adım? Kaç tane? Ya daha büyük,
kaya gibiyse? Babamla mürdün –manivela- versek gene oynamaz yerinden!
Beni bir heyecan almıştı. Zaten heyecanlıydım. Nüfus nasıl
bir yer acaba. Memurlar beni nüfusa nasıl kaydedecekler? Bana soru sorarlar mı?
Anama ne derler? Nüfus cüzdanını ne zaman alırız? Sınav zamanına yetişir mi?
Ben bunları düşünürken bir de taş taşıma işi çıkmıştı!
Hasan emmiden sonra yolda binenler de sigara yaktı. Anam sigara
dumanlarından rahatsız oldu. Başını tuttu. O, midesini dönderince benim de midem
bulanmaya başladı. Babam bir poşet de benim için istedi. Kusmamak için
çabaladıkça midem daha çok bulandı. Birkaç defa öğürdüm. Yola çıkmadan anam çay
demlemiş, bir çökelik dürümü yapmıştı. Onlar geri çıktı.
Bir taraftan midemi tutuyor bir taraftan öğürüyordum. Başımı
ön koltuğa dayadım. Kafamda Maraş’ta nasıl bir taşla karşılaşacağım korkusu
vardı. Diğer köylerde binenler de oldu. Koltuk aralarına yükler atıldı. Dolmuş
tıka basa doldu. İçerdeki hava ağırlaştı. Bir müddet baş aşağı gittik. Sonra
yokuş yukarı çıktık. Ayı Yokuşu’nda araba çekmedi. Erkekler inip yürüdü. Ben de
indim. Midem biraz rahatladı. Ama kafam hiç rahat değildi.
Kazma’ya geldiğimizde yaklaşık üç saattir yol gelmiş
oluyorduk. Kazma Bağları’nın virajları arttıkça arttı. Buradan sonrası benim
için zulüm oldu. Hem mide bulantısından kafam allak bullak olmuş; hem dolmuşun
mazot kokusu sigara kokusuyla birleşmiş ve ağırlaşmıştı. Taş taşıma işi de
kafamı bulandırıyordu. Sürekli dik bir şekilde aşağı doğru iniyorduk ve keskin
virajlar vardı. Araba yavaş gidiyordu. Kazma bağları yolu bitmek bilmedi. O
günden sonra da ne zaman şehre gidecek olsam Sarıçukur’u geçtikten sonra yol
çekilmez oldu. Git git bitmezdi o yol. Kazma’nın inişi hiç bitmezdi.
Anama sürekli ne kadar kaldı diye soruyordum. “Üngüt Köyü’ne geldik, az kaldı” dediler.
Şehrin ilk binaları görünmüştü. Yatılı Bölge civarıymış. Ben yol kenarlarına
bakıp taşıyacağım taşları görmeye çalışıyordum.
Dolmuşlar, belediye otobüsleri, sepetli motorlar, at
arabaları… Derken “Yeni Hal’e geldik” dediler. Dolmuş durdu. Godaz Usta “geçmiş
olsun” dedi. Yerimden kıpırdayamaz olmuştum. Ayaklarım uyuşmuştu. Güç bela
kalktım koltuktan. Çekinerek indim arabadan. Etrafta taş var mı, diye
bakıyordum. İlerde bir cami inşaatı vardı. Acaba bu taşlar mı, diye düşündüm.
Orda kimse bir şey demedi.
Ana caddeye çıkınca inşaatlar vardı. Pirketler, tuğlalar.
Orda da bizimle ilgilenen olmadı. Köşeyi dönünce bir sokakta inşaat vardı. Üst
üste yığılı parke ve kaldırım taşlarını gördüm. Bu defa daha çok korkmaya
başladım. Gözümle taşları tartıyordum. Acaba gücüm yeter mi? Acaba kaç tane
verecekler sırtıma? Ya düşürürsem, kırılırsa. Ya kaldıramazsam. Babama da
soramıyordum korkumdan. Ayaklarım geri geri gidiyordu.
Ama taşların etrafında da kimse yoktu. Saat yedi civarıydı.
Güneş yeni doğuyordu. Taşların yanından geçip gittik. Rahat bir nefes aldım.
O gün nüfusa yazıldım. Kalabalıktı Nüfus Dairesi. Babam
memurla konuştu. Memur anamla beni yakına çağırdı. Anama “bu senin oğlun mu”
dedi. Kaydımı yaptı. Yıllar sonra öğrenecektim, şehirde “tûl-i emel” denilen
büyük kaya parçaları olduğunu; bir kere yüklendin mi soluklanmaksızın kan ter
içinde taşıyıp durduğunu…
Kahramanmaraş/Tekerek Yolu.
Yorumlar
Yorum Gönder