"...Hemen
göstersünler. Dalkılıç olur, düşmanı
harâb iderüz ve kralın tac ü tahtını başına
geçürüp Kızılelma'ya dek giderüz..."
Kocasekbanbaşı
— Kızılelma'ya...
— Kızılelma'ya...
— Kızılelma'ya gideceğiz!
. . . . . . . .
Zamanın Süleyman'ı, ansızın... Kükremiş bir tufan hâlinde akseden bu
naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan Dîvân'ın cenk için
gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil,
kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, "ağa, kethüdâ, serdar, yayabaşı,
bölükbaşı, vekilharç" gibi, yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile
çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ".... Kafdağı'na kadar
arkandan gelmeye hazırız, padişahım!" diye ayaklarına kapanmışlar,
gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi "sefer kararı"
ordu içine yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında... Küçük meşe ormanının
nihayetindeki mahşerde, deminki Dîvân'ın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi
kaynıyor, kabarıyor, kabarıyor; bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın
ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın tâkına
çarpıyordu:
— Kızılelma'ya...
— Kızılelma'ya!
— Kızılelma'yacak...
. . . . . . . .
Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı.
Gökten inen, mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun
velvelesini dikkatle dinledi. "Kızılelma, Kızılelma..." Bu ismi
şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu.
Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini geri itti. Gayet çıkık, geniş
alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü.
— Kızılelma neresi?
Diye mırıldandı. Şarkta olsun, garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen
asker hep "Kızılelma'ya!.." diye bağrışıyordu. Bu narayı yeniçeri
kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde, hatta İstanbul'da,
sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızılelma neresiydi? Üvez rengi sırmalı
perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmud'u çağırdı:
— Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen
karşıma gelsin!
dedi.
Yarım saat evvelki büyük dîvân'dan çıkan vezirler, niçin yine huzura
çağırıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmed Paşa'yla Hadım
Ali Paşa'nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayas
Paşa, İskender Paşa, gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın
saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu
yusufiyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her
vakitkinden daha sertti. İnce murassâ direkler üstüne kurulmuş donuk
zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu:
Suali bozdu.
— !
— ?
— !...
— ?..
. . . . . .
Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu.
Padişah:
— Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında daima bu
narayı işitiriz. İşte bakınız. Yine "Kızılelma'ya Kızılelma'ya..."
diye bağrışıyorlar... Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu
memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim.
Tamışvar fâtihi Ahmet Paşa kekeledi: “Viyana olsa gerek, padişahım...”
Padişah, öteki vezirlere döndü:
— Öyle mi?
— ....
— ....
— ....
Ne "evet" ne "hayır" diyebiliyorlar, önlerine
bakıyorlardı. Padişah, orduya getirdiği "kaplan postlu, kurt taçlı,
çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire garkolmuş,
elleri kostaniçeli, ak kızıl bayraklı", emsali görülmemiş mükemmel alayı
ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli Beylerbeyine sordu:
— Sokullu! Sen söyle, Kızılelma neresi?
— "Roma" olsa gerek, padişahım!
— Ne biliyorsun?
— Öyle sanırım.
— Sanmak bilmek değildir...
. . . . . .
Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızılelma için kimi
"Çin", kimi "Maçin" diyordu. Ayas Paşa:
— Hind'dir.
Haydar Paşa:
— Sind'dir!
İskender Paşa:
— Kafdağı'nın arkası olsa gerektir.
Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce,
canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetiyle tuttu. Âdeti olmayan
bir hiddetle kazaskerle döndü. Acı acı gülümsedi:
— Yazık sizin ilminize!
— ...
. . . . . .
"Her şeyi biliyoruz!" sanan bu "Horasanî" kavuklu
başlar uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar, her şeyi kabul
edebilirlerdi. Lâkin cahilliği? Asla... Ortalarından, kara sakallı, bastı
bacak, şişman bir fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri hem en
cesurlarıydı:
— Padişahım! dedi, bu "Kızılelma", halk kullarının uydurduğu bir
efsanedir. Ne aslı vardır ne faslı... Bir hakikat değildir ki, biz bilelim.
Halk ise, padişahım, bilmez söyler.
Zamanın hâkim Süleyman'ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:
— "Halkın dediği! Hakkın dediği!"
— ...
Bodur kazasker, bu sözden bir şey anlamadı.
Padişah devam etti:
— Bu bir hakikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk'ın
sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz...
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemmâsı olsun...
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun...
— Evet padişahım.
— Lâkin örfte yok mu?
— ...
Fakih düşündü. Önüne baktı. "Yok!" diyecekti. Fakat, işte sefer
eğlentisi yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde "Kızılelma'ya"
naraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker yalnız sefere
gideceği, muharebeye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği
vakitlerde bile bu narayı savurmuyor muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir
kuvvetin ne olduğu bilinmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir
çömezken sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu
iyice hatırlıyordu. Ama, aslının ne olduğunu merak edip öğrenmemiş, okuduğu
metinlerde bu isme dair bir şeye rasgelmemişti. Yutkundu. Önünde bağlı duran
ellerini sıktı. Artık "Kızılelma örfte yoktur" diyemezdi. Çünkü...
İşte... Duyuyordu!
— Var padişahım! dedi.
— Öyleyse müsemmâsı da var.
— ...
Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün hakikatini
şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen fâzıllardandı. Karşısında
safsataya imkân yoktu. Öbür kazaskerler arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak,
ağız açmadıklarına için için seviniyorlar, "Sükût sözden hayırlıdır!"
hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah yine acı acı güldü:
— Dünya ne tuhaftır! dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idare
edersiniz. Halbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz...
— !...
— .....
— .....
— .....
. . . . . . .
Lâkin hâkim padişah, kahraman, ârif, fâzıl, şâir olduğu kadar da
insaflıydı! Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı
vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları
sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, o da sıkıldı. "Derûnî
lisanla" kendi kendine sordu:
"Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir
misin?"
"Bilmem ama..."
"Ama?"
"...Sezerim!"
Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin, irfanın
ötesinde bir hakikatti. Evet, işte "Kızılelma", ne olduğunu sanki
biliyor, fakat söyleyemiyordu. Halbuki bu vezirler, kazaskerler,
beylerbeyleri... Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı. Birisinin lafı ötekininkine
uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hind, kimi Sind, kimi Viyana, kimi Roma diyordu.
Kızıl Elma bunların hiçbiri değildi! İçinden:
"Belki hepsinden daha kıymetli bir yer!"dedi.
Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu:
— Kızılelma'nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz?
— ....
. . . . .
Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını
açmıyordu. Yalnız İskender Paşa:
— Padişahım! dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir
kullarınla, biz kölelerine gelince... Öyle derin âlimlerden değiliz! İşte ne
kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hümâyûnunuzla meydana çıktı. "Bin âlimin
bilmediğini bir ârif bilir" derler. İrade buyurun. Bir ârif bulalım. Ona
sorun.
— Ârif kimdir?
— Bilmeyip sezen, padişahım...
. . . . .
Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile "Kızılelma,
Kızılelma!" diyen halkın mutlaka bir şey murad ettiğini, kuşların ötüşünde
bile kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker,
halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti.
Padişah, İskender Paşa'ya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, nümâyiş alayında
bağıranlardan rasgele üç kişi tutup huzuruna getirmesini irade etti. İskender
Paşa çıkınca padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı sualler sormaya başladı.
Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı.
İskender Paşa, biraz sonra, otağa girdi:
— Üç kişi tuttum, padişahım! dedi.
— Evvela bir tanesini getir bakalım.
. . . . .
İskender Paşa, otağın mehâbetinde ürkerek sapsarı kesilmiş, başında
perîşânîsi dağılmış, tirtir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala
bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan serserilerden
biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru
gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı.
Padişah sordu:
. . . . . Garip, işledim sandığı cürümden beraat için:
— Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi.
— Neye bağırdığını sormam. Kızılelma neresidir? Onu söyle!
Garip tereddüt etmedi:
— Padişahımızın bizi götüreceği yer! dedi.
— Orası neresi?
— Padişahımız bilir.
. . . . . .
Padişah, İskender Paşa'ya döndü:
— İkincisini getir bakalım!
Dedi.
Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti.
Perdenin yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen, tıknaz, esmer, beyaz
keçeli, afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı,
el bağladı. Padişahın "Kızılelma neresi?" sualine, düşünmeden:
— Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer... Padişahım! cevabını verdi.
— Orası neresi?
— Sen bilirsin padişahım!
. . . . .
İskender Paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına batarasının
uçları düşen genç bir bostancıydı.
— !..
— Kızılelma neresi?
— Atınızın gittiği yer... Padişahım!
— Orası neresi?
— Neresi olduğunu ancak padişahım bilir...
. . . . .
Evet... Orası ne Hind ne Sind, ne Çin ne Maçin, ne Viyana, ne de Romaydı.
Padişah, huzurundakilere:
— Gördünüz ya, dedi, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat bir!
"Kızılelma" benim gitmek istediğim yer, işte... Hakk'ın beni
göndereceği yer...
. . . . . .
Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık
"Kızılelma'ya, Kızılelma'ya" naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde
yaklaşıyordu. Padişah, birdenbire, Hakk'ın kendini göndereceği yeri düşündü.
Nihayeti bulunmaz Hak yolunun, hakikat yolunun gittiği "Kızılelma"
denen bu cennet karşısında, Viyana, Roma, Hind, Sind, Çin, Maçin birtakım fâni
harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı. İri siyah
gözlerini ufalttı. İlahî, manevi bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir vezirlerinin,
âlim kazaskerlerinin, kahraman beylerbeylerinin tekrar saçak öpüp çıkışlarını
görmedi bile... Otağın kapısında, onlar da şimdiye kadar asla ulviyetinin,
mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar;
sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker, kol kol olmuş, cirit oynayarak,
kaynaşarak otağ etrafında geniş bir daire çeviriyorlar:
— Kızılelma'ya...
— Kızılelma'ya...
Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa
doğru... Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyorlardı!
Yeni Mecmua, C. 1. sayı: 21,29 Teşrin-i Sani
Yorumlar
Yorum Gönder