Türküdar çalıyordu. Sazın
bütün göğsü avuçlarının içindeydi. Türküdar baştan ayağa bütün vücuduyla
türküyü yudumluyordu. Türkü, mana ve mefhumuyla Türküdar’ın içindeydi. Türküdar
sanki sazı çalmıyor da bebek nenniliyordu; o kadar nazikti. Ya da saz çalmıyor
da sert bir toprağa, yıllarca kazma değmemiş bir araziye kazma sallıyordu.
Sanki bir düşmanın boğazına sarılmış, acunun öcünü alıyordu. Bizans içlerinde
at koşturan bir Selçuklu çerisiydi. O derece haşmetliydi. At üstünde dört nal
bir koşuya vurmuştu kendini, tetikteydi. At ha çatladı ha çatlayacaktı. Bazan
da düz bir ovada rahvan bir yürüyüşe geçiyordu.
Türküdar, eliyle değil; gövdesiyle çalıyordu sazı.
Telden tele geçerken parmaklarıyla beraber kır saçlı başı ve aksak ayağı da
birlikte gidip geliyordu. Tellerin üzerinde gezinen mızrap değil, Türküdar’ın
yüreğiydi. Ezgi değiştiren perdeleri tutmuyor; yüreğimizi sıkıp bırakıyordu.
“Tamam mıyız?” diyor Reis. “Ferhat gelmedi Reis.”
diye cevaplıyor muavin. Biraz sonra acele adımlarla geliyor ve yolcuların
homurtuları arasında yerini alıyor. Komutan, yolcuları susturuyor. Reis, son
kez yolculara bakıyor ve dışarıda kalan olup olmadığını, koltukları tek tek
gözden geçirerek kontrol ediyor. Koltuğuna oturuyor ve ufukları tarıyor. Eksik
kişi yoktur ve yol açıktır. Tabakasını çıkartıp tütün sarıyor. Bir de adamı Pervane’ye
uzatıyor. Pervane, Reis’in sigarasını yakıyor. Şoför Mazlum hayırlı yolculuklar
diliyor.
***
Eski model bir Margurus, Aladağ’ın eteklerinde
kıvrıla kıvrıla giden toprak bir yolda yalpalayarak gitmektedir. Dağlar yeşile
boyanmıştır. Karşı tepeler güneşin son ışıklarıyla sararmaktadır. Garbideki
Çoban Yıldızı güneşi uğurlamaktadır. Otobüs keskin bir virajı dönüyor ve toz
bulutu içinde kayboluyor. Geride genizlerde acı bir tat bırakan keskin bir
mazot kokusu ve toz bulutu kalıyor.
***
Türküdar çalmaya devam ediyordu. Yolcuların
yüreklerini teker teker elden geçirmiş ve terbiye etmişti. Türküdar saz
çalarken sazının üzerine eğilir, başını hiç kaldırmazdı; türküyü söylerken de
başını göğe kaldırır ve yıldızlarla söyleşirdi. Hiç kimsenin yüzüne bakmazdı
ama herkesin yüreğini bilirdi. Hangi perdede kimin yüreğini tutacağını, hangi
telde kimin yüreğine vuracağını, hangi türküyle kimi nereye götüreceğini, hangi
hoyratla kimi nerede bulacağını Türküdar çok iyi bilirdi. Artık yumuşattığı
yürekleri istediği gibi kavrayabilir, yüreğin durumuna göre istediği gibi su
verebilir, istediği gibi şekillendirebilirdi.
Tellerden “Kırmızı Gül” üstüne ezgiler dökülmeye
başlıyor. “Kırmızı Gül”, gidip de dönmeyenlere serzenişimizdir. Revan’da,
Yemen’de kalmışlarımız için söylenmiş ağıdımızdır. Kırmızı Gül, “Ol muhannet”in
türküsüdür. Bir kırılmanın, bir ayrılığın türküsüdür. Baş bağlamış gizli
yaralarımızdan biridir. Baş bağladıkça kanattığımız ama göstermeye utandığımız
yaralardan biri. Ne var ki birazdan buradan bir atlı geçecek ve yaramıza bakıp
gidecektir.
Reis, otobüsün sahibi ve kafilenin başıdır. Reis’in
adını duyanlar başka otobüslere itibar etmezler. Numaralı koltuğu yoktur
Reis’in; hiç kimseye yer ayırmaz. Erkenden gelip boş koltuğa oturmanız gerekir.
Hiçbir yolcuyu da geri çevirmez; arada iskemle üzerinde, çuval üstünde mutlaka
bir yer bulunur. Yıllardır kışta kıyamette, yağmurda kurakta bu yolların
kahrını çekmektedir Reis. Elinden kimler gelip geçmemiştir ki!
Yolculuk boyunca sürücüden muavine kadar bütün mürettebatı
ve yolcuları kollar. Bütün yolcuları tanır; fakat hiçbir yolcu bunun farkına
varmamıştır.
Türküdar sazı eline alınca bir tütün sarar ve
arkasına yaslanır. Yolculuk boyunca sigara sönmeyecektir.
Reis türküleri, dozu yüksek türkülerdir. Komutan’ın
deyimiyle “Bin miligramlık” türküler dinler Reis. Türküdar bilir bu türküleri.
Acemi yolcuları şöyle bir yokladıktan sonra sırasıyla bu türküleri çalar. Âşık
Sükûtî’de bilir bu türküleri. Türküdar yorulunca Sükûtî devam eder.
Türküdar dağ yamaçlarından fışkırıp gürül gürül akan
bir kaynaksa, Sükûtî artık yatağını bulmuş ve ovaya inmiş nehirdir. Durgun
gözükür. Akmıyormuş gibi durur ama Allah korusun bir kapılırsanız ya sizi
içindeki anafordan birine çeker ya da önüne katıp sürükler. Durgun zannettiğiniz
suda akıntıya karşı duramazsınız. Sığ gibi görünen suda karşıya geçmek için
basabileceğiniz bir taş bulamazsınız. Sizi ilerde vadinin içinde bir yardan
aşağı yuvarlar ve başınızı vurursunuz taştan taşlara. Dinlerseniz şırıltı
değil, uğultu duyarsınız. Derinden derine kaynayan bir uğultu.
Sükûti iç kanamalı bir
ozandır. Bütün savaşlar içerde olup biter. Acıların, ıstırapların tamamı içerde
yaşanır. İçerdeki tellere sazın telleri, sazın tınısı uyuşmazsa çalmaz. Bir
armoni ustasıdır; saatlerce sazın tellerin içindeki sese akort etmeye çalışır.
Uyum sağlanmazsa -bu uyum kendi elinde değildir- o noktada sazı kenara bırakır.
Örneğin bu sesle sazın telleri otobüs dışında bir türlü üst üste gelemezler.
Otobüsün arka koltuklarından birine gömülmüş olmalıdır öncelikle.
Reis, türküyü dünyevi anlamda
bir terbiye metodu olarak görmektedir. Bunda Komutan'ın oluşturduğu
"Dörtten Üç Çıkarsa Bir Kalmaz" teorisinin de rolü büyüktür.
Yolculara önce Türküdar'ın sazıyla kaynak suyu içirir, güzel bir ziyafet çeker;
ardından Sükûti’de nehre atar. Sükûti’nin anaforlarından birinde boğulup
kalamazsanız. Sükûti sizi bir şelaleden aşağı bırakır.
Mazlum ise coşkun akan bir
seldir artık. Vadide diğer yamaçlardan gelen kollarla ve sel sularıyla nehir
büyümüş ve akıntı hızlanmıştır. Sınır tanımaz Mazlum: sınırlarda taşlanır,
kalbinin söküğünü diken bulunmaz. Kendi besteleri vardır. Serbest bir yorumu
vardır. Tellere, taşa balyoz vurur gibi vurur mızrabı. "Kır o sazı Mazlum,
sana yenisini alırım" der Reis, onun pervasız vuruşlarını teşvik etmek
için. Komutan, onu sazıyla birlikte "yangında ilk kurtarılacak" ilan
etmiştir. Hüzün, sesinde saklıdır onun.
Türküdar. Kırmızı Gül'le birlikte "bin
miligramlık" türkülere başlamıştır. Yolcular, kalben ve zihnen de otobüse
alınmışlardır. Halleri perişandır artık. Başlarını camlara dayamışlardır. Ufka
akşam kızıllığı serilmiştir. Bulutlardan biri dürülüp bükülüp kırmızı bir gül
olmuştur. Kırmızı gülü sadece Bilge Kişi görmüştür.
***
Virajın birini dönerken aniden
duruyor otobüs. Yolcular irkilip toparlanıyorlar. Ne olduğunu görmek için ayağa
kalkanlar, gözlerini oğuşturanlar oluyor. Bir gariban el kaldırmaktadır.
Mazlum, "geç baba, sen de geç" diyor. Muavin "Abi acele olalım.
Devam et usta." diyor. "Sefil Yoldaş, Sefil Yoldaş" diye
fısıldaşanlar oluyor. Sefil Yoldaş duymuyor: hiçbir şey görmüyor. Esruk bir
halde arka koltuklardan birine geçip oturuyor. "Guzdaki çocuk, hoş
geldin" diyor Reis. Mazlum Usta artistik ara gazıyla otobüsü kaldırıyor.
***
Otobüsün ön tarafında, camların
şeritlerden birine "Türküler" başlıklı uzun bir şiir asılmıştır.
Şiirin yazıldığı kâğıt sararmış, yer yer boyaları akmıştır. Bazı kıtalarını
okuyabiliyoruz:
“Veysel susar, Davut Sulâri söyler
Kırım’dan gelirken serdarı
söyler
Köylüsü-kentlisi, hünkârı
söyler
Farmanda tuğradır bizim
türküler”
..............................
“Toplansın âşıklar çağrım
üstüne
Ağrı bulunur mu ağrının
üstüne?
Kara saplı bıçak bağrımın
üstüne
Onulmaz yaradır bizim
türküler”
Şiirin altındaki Akbaş Ozan
imzası neredeyse okunamayacak hale gelmiştir. Mazlum Usta'nın önündeki camın
tepesinde, "Dostun davetine zaman olur mu?” nakaratlı kendi yazıp
bestelediği bir türkü metni asılıdır. Komutan’ın başının üstünde Reis’in bir
portesi duruyor. Başbuğ’un camında dolunayı arkasına almış bir bozkurt.
Urungu'nun Uçururumu’na doğru bakmaktadır. Derviş’in arkasında bir Cehver
Dudayev resmi, Molla’nın camında yüzü seçilemeyen heybetli bir portre
görülmektedir. İşçimen Ağa'nın camında kuş resimlerinden at, koyun, kuzu
fotoğraflarına, çeşitli halı motiflerinden imdat çekicine kadar bir yığın
fotoğraf ve eşya asılıdır.
Reis'in önünde kırmızı kaplı
bir dosyada "Sefil Baykuş" ağıtı durmaktadır. Bu ağıt Reis'i en çok
etkileyen ve içeri alan eserlerden biridir. Reis, bu ağıtı sadece Mazlum
Usta'nın sesinden dinler. Bu ağıt, Mazlum'un sesinde aslî hüviyetini kazanır.
Mazlum Usta, bütün türküleri kendi yaşamış gibi söyler. "Sefil baykuş ne
yatarsın burada" diye başladığı zaman, önünde Kağızmanlı Hıfzı'nın emmisi
kızı değil, kendi bacısı yatmaktadır. “Yok mudur vatanın illerin hani”
dediğinde her biriniz bütün varlıkları, değerleri elinden alınmış, il töresi
bozulmuş birer vatansız, birer muhacir olursunuz. Zaten öyle değil misiniz?
Yolda değil misiniz? Gurbet illerde bir yiğidin başına ne gelirse, hepsini
görüp geçirmediniz mi? Sılayı hiç gördünüz mü? Sıla nedir, bilir misiniz ey
yolcular? Bu duyarlılık hançerdeki "erkek sesle" birleştiği zaman,
yanık, acılı, ıstırap yüklü ağıtlar dökülür yürekler üstüne.
Artık yolcular birbirini
görmez olur. Artık yol yoktur; otobüs yoktur. Türküdar yoktur: Mazlum Usta
otobüsü bırakmıştır. Bir kazan çatılmıştır orta yere. Ziyade'nin körpe vücudu
iç odada sünnete uygun biçimde uzatılmıştır. Bir tarafta Ermeni zulmü, bir
tarafta Ziyade'nin ölümü yakmıştır Kars'ı. Sonra çoğalacaktır Ziyade.
Ziyade'nin vücudu Anadolu’ya sığmayarak. Karabağ’a taşacak, Çeçenistan'ı
dolduracak: Kosova'da mezarlar almayacaktır Ziyade'yi. Kerkük'te Remzi
olmayacaktır Ziyade. "Remzi’sin sen, gittin ki gelmedin" diye ağlayacaktır
Kerkük. "Buna kader diyorlar" diye feryad edecektir. Reis'in derdi
ziyadeleşecektir.
Aşağıda Erzurum Yolu'nu kar
ile boran tutmuştur. Yol görünmez olmuştur. Muavin'in elleri kanamıştır, buz
üstünde takoz atıp almaktan. Ferhat, havada gezen bir çift turnaya sitem
etmektedir. "Allı turnam ne gezersin havada? Arabam kırıldı kaldım burada."
Eğer bizim ele uğrarlarsa, selam gönderilmiştir turnalarla.
Van'da, Yemen Şehitlerinin
haberini alıyoruz üst üste. Analar, babalar, gelinler, kışlaların önünde
bekleşmektedir. Haber alamayanların gözünde bir ümit ışığı. Maraş'ta Merik kan
kusmaktadır. Sivas'ta çamlı beller bölük bölük bölünmektedir. Kayseri'de Suzan
bela dağıtmaktadır. Kerkük'te odlar üstüne dökülen sular da yanmaktadır.
Urfa'da bir yiğidin yârini yad almıştır. Garip bütün yakarışlara rağmen yollara
düşmüştür.
Reis'in yüreği yanıyor. "Bu
türküler, zalım türküler" diyor. Çamır arka koltuktan fırlayıp "Emret
Reis!" diyor. Reis gülümsüyor. Hüzünlü bir gülümseyiştir bu. "Gök
ekin" gibi genç yaşta ölenlerin, gidip de dönmeyenlerin, hastane
kapılarından kimsesiz olduğu için geri çevrilenlerin acısı yüreğine oturuyor.
Dönmeyenlerin, denmeyecek olanların arkalarında bıraktıkları yetimlerin,
gelinlerin, anaların yükünü omuzluyor.
Bu yolculuğun tanımadığı, sair
zamanlarda taşıdığı parasız yolcuları düşünüyor. Köylerden şehrin arka
sokaklarına taşıdığı, kırmızı çamur sıvanmış yırtık lastik ayakkabıları olan
çocukları düşünüyor. Kendi çocukluğunu. "Küçücük bir hüzüncük" olduğu
yılları.
Bilge Kişi “Daldın Reis” diyor
yarenleşmek için. Reis zarfı alıyor. “İyi yüzerim ben Ulu Bilge” diyor. Reis,
zarfın üzerine fonksiyonlarını açıklayan didaktik bir şiir yazıp Bilge Kişi'ye
gönderiyor. Mektup selam söylüyor Reis'ten sılaya. Konu kapanıyor.
Sazı Âşık Sükûti alıyor ve
'ince'den bir yolculuk başlıyor dağlara doğru. Reis, kendisini zapt edebilmek
için kâğıda sarılıyor.
"Gene dükkânda
vatandaşlar toplandı.
Aldı sazı Sükûti yavaş yavaş
dohandı
Türküler, umutlar, tükeniş,
zaman iki kapılı yandı
Meçhuller, sis, kim can, kim
canandı?"
Ulu Bilge, koltuğa dayanmış ve
elini çenesine dayamış acunu dinlemektedir. Reis'le göz göze geliyorlar.
Şimşekler çakıyor; otobüs sis bulutuna gömülüyor. Uzakta bir ses “Dumanlı
dumanlı oy bizim eller”i söylüyor.
Komutan çayından bir yudum
içiyor. Sigarasından üst üste bir iki nefes alıyor. Parmaklarıyla oynamaya
başlıyor.
Reis derin bir nefesle içinde
tutmaya çalıştığı “Ah’ı salıveriyor. Sükûti, Komutan’ın sevdiği türküleri
çalmaya başlıyor.
Uçsuz bucaksız bir çölde,
aksak bir at üstündeki yaralıyı karargâha yetiştirmeye çalışıyor Komutan. “Bir inkirazın
hikâyesidir Yemen Türküsü, Reis” diyor. “Celal Oğlan, yitirilen, çalınan, gasp
edilen milli değerlerimizin, yozlaştırılan vatan evladının dramıdır.”
Yemen’den geri dönmeyecektir;
at üstünde ölecektir. Celal Oğlan, çocuğunun çoluğunun nafakasını kazanmak için
gittiği gurbet ellerde zayıf düşer, hastalanır. Guru yerde can verir.
Komutan bir Yemen Şehidi'nin
başına koşar, bir Celal Oğlan'ın. Yemen'den geriye kalan bir çift potin, bir
fes, bir de boşalmış matıradır. Komutan, yemen Şehidi'nin ağzına damlatacak bir
damla bile su bulamaz. Son nefesini susuz teslim eder. Celal Oğlan'dan geriye kalan
ise, evdeşinin nişanlıyken hediye ettiği ipek mendil, evin önündeki biçilmemiş
yonca, arpa ve binicisiz bir attır.
Mazlum, “Kimselerim yoktur
derdimi yanam / Çıkam sizlere de ağlıyam dağlar"ı yakacaktır Yemen ve
Celal Üstüne.
Kuyruk Yıldızı'nı Seher
Yıldızı zannedip yola çıkan bir kervan tipiye yakalanıyor. Otobüsü bir şehrin
girişinde kravatlı ve göbekli haramiler çeviriyor. "Ya türkülerinizi
bırakırsınız ya da bu şehre giremezsiniz." diyorlar. Mert İbiş, "Vur
de öldüreyim Reis!" diye öne fırlıyor. Çamır, eşkıyaların sayısını
öğrenmeye çalışarak yavaşça yerinden doğruluyor. Reis eliyle 'dur' işareti
vermeye kalmadan, Mert İbiş yumruğunu öndeki eşkıyanın suratına patlatıyor.
Eşkıyanın dişleri dökülüyor.
Kan yerine akıyor ağzından. "Kravatlarını çıkarın." diyor Bilge Kişi.
"Kravatlarını alırsanız, statüsüz kalırlar ve zararları dokunmaz."
Ferhat. Çıkardığı kravatları kendi boynuna geçiriyor. Kravatı çıkarılanlar ayıp
yerlerini kapatarak kaçışıyorlar. Ferhat "Şimdi kaç adet statüm oldu Ulu
Bilge" diyor. Ulu Bilge yerine oturmak için otobüse binerken ceketinin
altından kaması görünüyor. Molla, yıldıza "Yâr’e doğru dön" diyor. Yozgat’ta
sürmeli iki göz Yasin okuyor. Otobüsü bir ışık hamlesi sarıyor. Kervan
kurtuluyor.
Şafak sökmek üzeredir. Seher
vakti yârin kapısına varıyoruz. Bir de bakıyoruz ki yârin kapıları sürmeli.
Hüzünleniyoruz. Gelir diye kulaklarımız seste bekliyoruz. Yâri görmeden mi
döneceğiz diye düşünürken bir gözleri sürmeli çıkageliyor. Mert ibiş "Bu
mu? Bu mu?" diyor Gözleri sürmeli, parmaklarından beyaz bir içki sunuyor.
Mazlum Usta esruklaşıp Haydar'ı çalmaya başlıyor. Kâh gökyüzüne çıkıp âlemi
seyrediyor. Çamur, semaha kalkıyor; topuklarını vurdukça yer sallanıyor.
Komutan’la Ferhat kendilerini dağa vuruyorlar. Başbuğ otobüste uyuyakalıyor.
İşçimen Ağa'nın işi çıkıyor. Ulu Bilge, "Kaygılanma Reis, vakti gelmeyince
başak derilmez." diyor.
Reis, "Eveet" diyor.
Muavin bardakları topluyor. Mazlum Usta sazı yerine asıyor. Herkes yoluna
gidiyor. Sefil Yoldaş bir köşede sızıyor. "Yok mu sevdiğimden bir haber?"
diye sayıklıyor.
Garip, gideceği yönü
bilemiyor, ortalıkta kalıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder