Ana içeriğe atla

BİR ESKİ ZAMAN YOLCULUĞU - MEHMET YILMAZ


Türküdar çalıyordu. Sazın bütün göğsü avuçlarının içindeydi. Türküdar baştan ayağa bütün vücuduyla türküyü yudumluyordu. Türkü, mana ve mefhumuyla Türküdar’ın içindeydi. Türküdar sanki sazı çalmıyor da bebek nenniliyordu; o kadar nazikti. Ya da saz çalmıyor da sert bir toprağa, yıllarca kazma değmemiş bir araziye kazma sallıyordu. Sanki bir düşmanın boğazına sarılmış, acunun öcünü alıyordu. Bizans içlerinde at koşturan bir Selçuklu çerisiydi. O derece haşmetliydi. At üstünde dört nal bir koşuya vurmuştu kendini, tetikteydi. At ha çatladı ha çatlayacaktı. Bazan da düz bir ovada rahvan bir yürüyüşe geçiyordu.
Türküdar, eliyle değil; gövdesiyle çalıyordu sazı. Telden tele geçerken parmaklarıyla beraber kır saçlı başı ve aksak ayağı da birlikte gidip geliyordu. Tellerin üzerinde gezinen mızrap değil, Türküdar’ın yüreğiydi. Ezgi değiştiren perdeleri tutmuyor; yüreğimizi sıkıp bırakıyordu.
“Tamam mıyız?” diyor Reis. “Ferhat gelmedi Reis.” diye cevaplıyor muavin. Biraz sonra acele adımlarla geliyor ve yolcuların homurtuları arasında yerini alıyor. Komutan, yolcuları susturuyor. Reis, son kez yolculara bakıyor ve dışarıda kalan olup olmadığını, koltukları tek tek gözden geçirerek kontrol ediyor. Koltuğuna oturuyor ve ufukları tarıyor. Eksik kişi yoktur ve yol açıktır. Tabakasını çıkartıp tütün sarıyor. Bir de adamı Pervane’ye uzatıyor. Pervane, Reis’in sigarasını yakıyor. Şoför Mazlum hayırlı yolculuklar diliyor.
                ***
Eski model bir Margurus, Aladağ’ın eteklerinde kıvrıla kıvrıla giden toprak bir yolda yalpalayarak gitmektedir. Dağlar yeşile boyanmıştır. Karşı tepeler güneşin son ışıklarıyla sararmaktadır. Garbideki Çoban Yıldızı güneşi uğurlamaktadır. Otobüs keskin bir virajı dönüyor ve toz bulutu içinde kayboluyor. Geride genizlerde acı bir tat bırakan keskin bir mazot kokusu ve toz bulutu kalıyor.
                ***
Türküdar çalmaya devam ediyordu. Yolcuların yüreklerini teker teker elden geçirmiş ve terbiye etmişti. Türküdar saz çalarken sazının üzerine eğilir, başını hiç kaldırmazdı; türküyü söylerken de başını göğe kaldırır ve yıldızlarla söyleşirdi. Hiç kimsenin yüzüne bakmazdı ama herkesin yüreğini bilirdi. Hangi perdede kimin yüreğini tutacağını, hangi telde kimin yüreğine vuracağını, hangi türküyle kimi nereye götüreceğini, hangi hoyratla kimi nerede bulacağını Türküdar çok iyi bilirdi. Artık yumuşattığı yürekleri istediği gibi kavrayabilir, yüreğin durumuna göre istediği gibi su verebilir, istediği gibi şekillendirebilirdi.
Tellerden “Kırmızı Gül” üstüne ezgiler dökülmeye başlıyor. “Kırmızı Gül”, gidip de dönmeyenlere serzenişimizdir. Revan’da, Yemen’de kalmışlarımız için söylenmiş ağıdımızdır. Kırmızı Gül, “Ol muhannet”in türküsüdür. Bir kırılmanın, bir ayrılığın türküsüdür. Baş bağlamış gizli yaralarımızdan biridir. Baş bağladıkça kanattığımız ama göstermeye utandığımız yaralardan biri. Ne var ki birazdan buradan bir atlı geçecek ve yaramıza bakıp gidecektir.
                ***
Reis, otobüsün sahibi ve kafilenin başıdır. Reis’in adını duyanlar başka otobüslere itibar etmezler. Numaralı koltuğu yoktur Reis’in; hiç kimseye yer ayırmaz. Erkenden gelip boş koltuğa oturmanız gerekir. Hiçbir yolcuyu da geri çevirmez; arada iskemle üzerinde, çuval üstünde mutlaka bir yer bulunur. Yıllardır kışta kıyamette, yağmurda kurakta bu yolların kahrını çekmektedir Reis. Elinden kimler gelip geçmemiştir ki! 
Yolculuk boyunca sürücüden muavine kadar bütün mürettebatı ve yolcuları kollar. Bütün yolcuları tanır; fakat hiçbir yolcu bunun farkına varmamıştır.
Türküdar sazı eline alınca bir tütün sarar ve arkasına yaslanır. Yolculuk boyunca sigara sönmeyecektir.
Reis türküleri, dozu yüksek türkülerdir. Komutan’ın deyimiyle “Bin miligramlık” türküler dinler Reis. Türküdar bilir bu türküleri. Acemi yolcuları şöyle bir yokladıktan sonra sırasıyla bu türküleri çalar. Âşık Sükûtî’de bilir bu türküleri. Türküdar yorulunca Sükûtî devam eder.
Türküdar dağ yamaçlarından fışkırıp gürül gürül akan bir kaynaksa, Sükûtî artık yatağını bulmuş ve ovaya inmiş nehirdir. Durgun gözükür. Akmıyormuş gibi durur ama Allah korusun bir kapılırsanız ya sizi içindeki anafordan birine çeker ya da önüne katıp sürükler. Durgun zannettiğiniz suda akıntıya karşı duramazsınız. Sığ gibi görünen suda karşıya geçmek için basabileceğiniz bir taş bulamazsınız. Sizi ilerde vadinin içinde bir yardan aşağı yuvarlar ve başınızı vurursunuz taştan taşlara. Dinlerseniz şırıltı değil, uğultu duyarsınız. Derinden derine kaynayan bir uğultu.

Sükûti iç kanamalı bir ozandır. Bütün savaşlar içerde olup biter. Acıların, ıstırapların tamamı içerde yaşanır. İçerdeki tellere sazın telleri, sazın tınısı uyuşmazsa çalmaz. Bir armoni ustasıdır; saatlerce sazın tellerin içindeki sese akort etmeye çalışır. Uyum sağlanmazsa -bu uyum kendi elinde değildir- o noktada sazı kenara bırakır. Örneğin bu sesle sazın telleri otobüs dışında bir türlü üst üste gelemezler. Otobüsün arka koltuklarından birine gömülmüş olmalıdır öncelikle.
Reis, türküyü dünyevi anlamda bir terbiye metodu olarak görmektedir. Bunda Komutan'ın oluşturduğu "Dörtten Üç Çıkarsa Bir Kalmaz" teorisinin de rolü büyüktür. Yolculara önce Türküdar'ın sazıyla kaynak suyu içirir, güzel bir ziyafet çeker; ardından Sükûti’de nehre atar. Sükûti’nin anaforlarından birinde boğulup kalamazsanız. Sükûti sizi bir şelaleden aşağı bırakır.
Mazlum ise coşkun akan bir seldir artık. Vadide diğer yamaçlardan gelen kollarla ve sel sularıyla nehir büyümüş ve akıntı hızlanmıştır. Sınır tanımaz Mazlum: sınırlarda taşlanır, kalbinin söküğünü diken bulunmaz. Kendi besteleri vardır. Serbest bir yorumu vardır. Tellere, taşa balyoz vurur gibi vurur mızrabı. "Kır o sazı Mazlum, sana yenisini alırım" der Reis, onun pervasız vuruşlarını teşvik etmek için. Komutan, onu sazıyla birlikte "yangında ilk kurtarılacak" ilan etmiştir. Hüzün, sesinde saklıdır onun.
Türküdar. Kırmızı Gül'le birlikte "bin miligramlık" türkülere başlamıştır. Yolcular, kalben ve zihnen de otobüse alınmışlardır. Halleri perişandır artık. Başlarını camlara dayamışlardır. Ufka akşam kızıllığı serilmiştir. Bulutlardan biri dürülüp bükülüp kırmızı bir gül olmuştur. Kırmızı gülü sadece Bilge Kişi görmüştür.
***
Virajın birini dönerken aniden duruyor otobüs. Yolcular irkilip toparlanıyorlar. Ne olduğunu görmek için ayağa kalkanlar, gözlerini oğuşturanlar oluyor. Bir gariban el kaldırmaktadır. Mazlum, "geç baba, sen de geç" diyor. Muavin "Abi acele olalım. Devam et usta." diyor. "Sefil Yoldaş, Sefil Yoldaş" diye fısıldaşanlar oluyor. Sefil Yoldaş duymuyor: hiçbir şey görmüyor. Esruk bir halde arka koltuklardan birine geçip oturuyor. "Guzdaki çocuk, hoş geldin" diyor Reis. Mazlum Usta artistik ara gazıyla otobüsü kaldırıyor.
***
Otobüsün ön tarafında, camların şeritlerden birine "Türküler" başlıklı uzun bir şiir asılmıştır. Şiirin yazıldığı kâğıt sararmış, yer yer boyaları akmıştır. Bazı kıtalarını okuyabiliyoruz:

“Veysel susar, Davut Sulâri söyler
Kırım’dan gelirken serdarı söyler
Köylüsü-kentlisi, hünkârı söyler
Farmanda tuğradır bizim türküler”
..............................
“Toplansın âşıklar çağrım üstüne
Ağrı bulunur mu ağrının üstüne?
Kara saplı bıçak bağrımın üstüne
Onulmaz yaradır bizim türküler”
Şiirin altındaki Akbaş Ozan imzası neredeyse okunamayacak hale gelmiştir. Mazlum Usta'nın önündeki camın tepesinde, "Dostun davetine zaman olur mu?” nakaratlı kendi yazıp bestelediği bir türkü metni asılıdır. Komutan’ın başının üstünde Reis’in bir portesi duruyor. Başbuğ’un camında dolunayı arkasına almış bir bozkurt. Urungu'nun Uçururumu’na doğru bakmaktadır. Derviş’in arkasında bir Cehver Dudayev resmi, Molla’nın camında yüzü seçilemeyen heybetli bir portre görülmektedir. İşçimen Ağa'nın camında kuş resimlerinden at, koyun, kuzu fotoğraflarına, çeşitli halı motiflerinden imdat çekicine kadar bir yığın fotoğraf ve eşya asılıdır.
Reis'in önünde kırmızı kaplı bir dosyada "Sefil Baykuş" ağıtı durmaktadır. Bu ağıt Reis'i en çok etkileyen ve içeri alan eserlerden biridir. Reis, bu ağıtı sadece Mazlum Usta'nın sesinden dinler. Bu ağıt, Mazlum'un sesinde aslî hüviyetini kazanır. Mazlum Usta, bütün türküleri kendi yaşamış gibi söyler. "Sefil baykuş ne yatarsın burada" diye başladığı zaman, önünde Kağızmanlı Hıfzı'nın emmisi kızı değil, kendi bacısı yatmaktadır. “Yok mudur vatanın illerin hani” dediğinde her biriniz bütün varlıkları, değerleri elinden alınmış, il töresi bozulmuş birer vatansız, birer muhacir olursunuz. Zaten öyle değil misiniz? Yolda değil misiniz? Gurbet illerde bir yiğidin başına ne gelirse, hepsini görüp geçirmediniz mi? Sılayı hiç gördünüz mü? Sıla nedir, bilir misiniz ey yolcular? Bu duyarlılık hançerdeki "erkek sesle" birleştiği zaman, yanık, acılı, ıstırap yüklü ağıtlar dökülür yürekler üstüne.
Artık yolcular birbirini görmez olur. Artık yol yoktur; otobüs yoktur. Türküdar yoktur: Mazlum Usta otobüsü bırakmıştır. Bir kazan çatılmıştır orta yere. Ziyade'nin körpe vücudu iç odada sünnete uygun biçimde uzatılmıştır. Bir tarafta Ermeni zulmü, bir tarafta Ziyade'nin ölümü yakmıştır Kars'ı. Sonra çoğalacaktır Ziyade. Ziyade'nin vücudu Anadolu’ya sığmayarak. Karabağ’a taşacak, Çeçenistan'ı dolduracak: Kosova'da mezarlar almayacaktır Ziyade'yi. Kerkük'te Remzi olmayacaktır Ziyade. "Remzi’sin sen, gittin ki gelmedin" diye ağlayacaktır Kerkük. "Buna kader diyorlar" diye feryad edecektir. Reis'in derdi ziyadeleşecektir.
Aşağıda Erzurum Yolu'nu kar ile boran tutmuştur. Yol görünmez olmuştur. Muavin'in elleri kanamıştır, buz üstünde takoz atıp almaktan. Ferhat, havada gezen bir çift turnaya sitem etmektedir. "Allı turnam ne gezersin havada? Arabam kırıldı kaldım burada." Eğer bizim ele uğrarlarsa, selam gönderilmiştir turnalarla.
Van'da, Yemen Şehitlerinin haberini alıyoruz üst üste. Analar, babalar, gelinler, kışlaların önünde bekleşmektedir. Haber alamayanların gözünde bir ümit ışığı. Maraş'ta Merik kan kusmaktadır. Sivas'ta çamlı beller bölük bölük bölünmektedir. Kayseri'de Suzan bela dağıtmaktadır. Kerkük'te odlar üstüne dökülen sular da yanmaktadır. Urfa'da bir yiğidin yârini yad almıştır. Garip bütün yakarışlara rağmen yollara düşmüştür.
Reis'in yüreği yanıyor. "Bu türküler, zalım türküler" diyor. Çamır arka koltuktan fırlayıp "Emret Reis!" diyor. Reis gülümsüyor. Hüzünlü bir gülümseyiştir bu. "Gök ekin" gibi genç yaşta ölenlerin, gidip de dönmeyenlerin, hastane kapılarından kimsesiz olduğu için geri çevrilenlerin acısı yüreğine oturuyor. Dönmeyenlerin, denmeyecek olanların arkalarında bıraktıkları yetimlerin, gelinlerin, anaların yükünü omuzluyor.
Bu yolculuğun tanımadığı, sair zamanlarda taşıdığı parasız yolcuları düşünüyor. Köylerden şehrin arka sokaklarına taşıdığı, kırmızı çamur sıvanmış yırtık lastik ayakkabıları olan çocukları düşünüyor. Kendi çocukluğunu. "Küçücük bir hüzüncük" olduğu yılları.
Bilge Kişi “Daldın Reis” diyor yarenleşmek için. Reis zarfı alıyor. “İyi yüzerim ben Ulu Bilge” diyor. Reis, zarfın üzerine fonksiyonlarını açıklayan didaktik bir şiir yazıp Bilge Kişi'ye gönderiyor. Mektup selam söylüyor Reis'ten sılaya. Konu kapanıyor.
Sazı Âşık Sükûti alıyor ve 'ince'den bir yolculuk başlıyor dağlara doğru. Reis, kendisini zapt edebilmek için kâğıda sarılıyor.
"Gene dükkânda vatandaşlar toplandı.
Aldı sazı Sükûti yavaş yavaş dohandı
Türküler, umutlar, tükeniş, zaman iki kapılı yandı
Meçhuller, sis, kim can, kim canandı?"
Ulu Bilge, koltuğa dayanmış ve elini çenesine dayamış acunu dinlemektedir. Reis'le göz göze geliyorlar. Şimşekler çakıyor; otobüs sis bulutuna gömülüyor. Uzakta bir ses “Dumanlı dumanlı oy bizim eller”i söylüyor.
Komutan çayından bir yudum içiyor. Sigarasından üst üste bir iki nefes alıyor. Parmaklarıyla oynamaya başlıyor.
Reis derin bir nefesle içinde tutmaya çalıştığı “Ah’ı salıveriyor. Sükûti, Komutan’ın sevdiği türküleri çalmaya başlıyor.
Uçsuz bucaksız bir çölde, aksak bir at üstündeki yaralıyı karargâha yetiştirmeye çalışıyor Komutan. “Bir inkirazın hikâyesidir Yemen Türküsü, Reis” diyor. “Celal Oğlan, yitirilen, çalınan, gasp edilen milli değerlerimizin, yozlaştırılan vatan evladının dramıdır.”
Yemen’den geri dönmeyecektir; at üstünde ölecektir. Celal Oğlan, çocuğunun çoluğunun nafakasını kazanmak için gittiği gurbet ellerde zayıf düşer, hastalanır. Guru yerde can verir.
Komutan bir Yemen Şehidi'nin başına koşar, bir Celal Oğlan'ın. Yemen'den geriye kalan bir çift potin, bir fes, bir de boşalmış matıradır. Komutan, yemen Şehidi'nin ağzına damlatacak bir damla bile su bulamaz. Son nefesini susuz teslim eder. Celal Oğlan'dan geriye kalan ise, evdeşinin nişanlıyken hediye ettiği ipek mendil, evin önündeki biçilmemiş yonca, arpa ve binicisiz bir attır.
Mazlum, “Kimselerim yoktur derdimi yanam / Çıkam sizlere de ağlıyam dağlar"ı yakacaktır Yemen ve Celal Üstüne.
Kuyruk Yıldızı'nı Seher Yıldızı zannedip yola çıkan bir kervan tipiye yakalanıyor. Otobüsü bir şehrin girişinde kravatlı ve göbekli haramiler çeviriyor. "Ya türkülerinizi bırakırsınız ya da bu şehre giremezsiniz." diyorlar. Mert İbiş, "Vur de öldüreyim Reis!" diye öne fırlıyor. Çamır, eşkıyaların sayısını öğrenmeye çalışarak yavaşça yerinden doğruluyor. Reis eliyle 'dur' işareti vermeye kalmadan, Mert İbiş yumruğunu öndeki eşkıyanın suratına patlatıyor.
Eşkıyanın dişleri dökülüyor. Kan yerine akıyor ağzından. "Kravatlarını çıkarın." diyor Bilge Kişi. "Kravatlarını alırsanız, statüsüz kalırlar ve zararları dokunmaz." Ferhat. Çıkardığı kravatları kendi boynuna geçiriyor. Kravatı çıkarılanlar ayıp yerlerini kapatarak kaçışıyorlar. Ferhat "Şimdi kaç adet statüm oldu Ulu Bilge" diyor. Ulu Bilge yerine oturmak için otobüse binerken ceketinin altından kaması görünüyor. Molla, yıldıza "Yâr’e doğru dön" diyor. Yozgat’ta sürmeli iki göz Yasin okuyor. Otobüsü bir ışık hamlesi sarıyor. Kervan kurtuluyor.
Şafak sökmek üzeredir. Seher vakti yârin kapısına varıyoruz. Bir de bakıyoruz ki yârin kapıları sürmeli. Hüzünleniyoruz. Gelir diye kulaklarımız seste bekliyoruz. Yâri görmeden mi döneceğiz diye düşünürken bir gözleri sürmeli çıkageliyor. Mert ibiş "Bu mu? Bu mu?" diyor Gözleri sürmeli, parmaklarından beyaz bir içki sunuyor. Mazlum Usta esruklaşıp Haydar'ı çalmaya başlıyor. Kâh gökyüzüne çıkıp âlemi seyrediyor. Çamur, semaha kalkıyor; topuklarını vurdukça yer sallanıyor. Komutan’la Ferhat kendilerini dağa vuruyorlar. Başbuğ otobüste uyuyakalıyor. İşçimen Ağa'nın işi çıkıyor. Ulu Bilge, "Kaygılanma Reis, vakti gelmeyince başak derilmez." diyor.
Reis, "Eveet" diyor. Muavin bardakları topluyor. Mazlum Usta sazı yerine asıyor. Herkes yoluna gidiyor. Sefil Yoldaş bir köşede sızıyor. "Yok mu sevdiğimden bir haber?" diye sayıklıyor.
Garip, gideceği yönü bilemiyor, ortalıkta kalıyor.


Yorumlar