Bismillahirrahmanirrahim
diyerek doğruldu duvarın dibinde serili duran yer yatağından. Emekleyerek
sofanın ucundaki tahta merdivene doğru ilerledi.
Fındık
Nene ayakyoluna gideceği zaman kalkardı yatağından. Onun dışında sürekli
yatağında yatar; namaz vakitlerinde yanına koyduğu tandıra teyemmüm ederek
yatağın içinde oturduğu yerden, göz ucuyla kılardı namazlarını. Ayakyoluna
gideceği zaman da evin arka tarafındaki kısımda bulunan tuvaleti kullanırdı.
Sonra arka ayazda duvara tutunarak abdestini alırdı. Duvarlara tutunarak geri yatağına
dönerdi. Evdelerse torunu Fatma ya da gelini Döne, koluna girer yardım
ederlerdi. Evde yoklarsa Fındık Nene duvarları takip ederek yatağını
bulurdu. Fındık Nene’nin gözleri iyi
görmezdi. Sadece aydınlığı ve karanlığı biraz fark ediyordu son zamanlarda.
“Azıcık ışıyor yavrum buna da şükür” derdi. Namaz vakitlerini yılların verdiği
tecrübeyle tahmin ederdi. Kulağı da iyi duymadığından karşı köylerde okunan
ezanı duymaz, “öğlen ezanı ohundu mu yavrum” dediğinde müezzin ya Allahu ekber
demiş olurdu ya da eli kulağında olurdu. “Şimdi okundu nene”. “Allahumme Rabbe hâzihî da’veti’t-tâmmeh.
Vesselatil kâimeti âti Muhammedenil vesilete vel fazîlete veb’ashu makâmem
Mahmudenillezi veadteh. Allahım senin rızan için bugünkü öğlen namazının salati
sünnetini gılmaklağa niyet ettim. Yönüm Kıble, Kıblem Kâbe…” Fındık Nene,
rahmetlik nenesi Mümine Hoca’dan ilmihal dersi almış. “Oğlum namaza durduğun zaman karşında Kabe’yi
düşün. Farz et ki Sırat Köprüsü’ndesin. Aşağıda Cehennem fokurduyo. Namazını öyle
gıl ki o namaz seni karşıya Cennet-i Âlâ’ya ulaştırsın”.
Biraz önce ayaza geçmiş abdest almıştı.
Namazını az evvel kıldı. “Nereye gidiyon nene?” “Fatmaaa, neneme bakın.
Merdivenden inecek!” Ahmet sağa sola seslendiyse de ne anasına ne de kardeşine
duyuramadı sesini. Belli ki hayvanlara bakmaya gitmişlerdi. Nenesi de
duymamıştı. Yanına vardı, kolundan tuttu, kulağına bağırarak tekrar sordu.
“Bahçenin başına gadar gidip gelicim yavrum”.
“Nene namazını oturduğun yerden göz ucuynan kılıyon,
bahçaya nasıl gidicin! Merdiveni inip çıkamıyorsun. Düşersin.”
“Elimnen ayağımnan yoklayarak inerim yavrum”.
Her gün öğlen namazından sonra bu mücadele
yaşanır ve Fındık Nene, inadından vaz geçmezdi. Yoklayarak merdiveni bulur yeni
emekleyen bebek gibi arkan arkan el ve ayak yordamıyla merdiveni inerdi. Yakınlarda kim varsa koşuşturur düşmesin diye
ayaklarına merdivenin basamağını bulmasını sağlardı.
Babası oralardaysa o anda, yoksa akşam eve
geldiğinde korkuluk döğüşü olurdu. Anası babasına çıkışır, merdiven ve sofa
korkuluğu yapmasını isterdi.
“Şu merdivene, sufanın ucuna bir korkuluk çak
diyom sana aylardır. Her gün inip çıkıyo. Bazen yenilmiyo, ikindinden sonra da
gidiyo. Biz işten güçten yanında olmadığımızda düşerse iyi mi olur!”
Babası da her zaman geçiştirirdi. “Yapak hemen,
haklısın hanım. Çay hazır mı?”
“Ben söylüyom söylüyom dinlemiyo. Sen de iki
tahta çakmaya eriniyon. Altı üstü iki tahta üç beş çivi değil mi! Bir de
bahçadan elma topluyo eteğine. Gözü de görmüyo, uluk delik ne bulursa alıp
geliyo. Onları da gurduynan uluğuynan kah yapıp ayaza sermeye kalkıyo. Allah
muhafaza ya sufadan ya ayazdan düşecek diye korkuyom. Yaptığı da işe yaramıyo,
uluk delik…”
Bu çekişme her gün tekrarlanır, ne korkuluk
yapılır ne de nene bahçeye gitmekten vaz geçirilebilirdi. Gene aynısı oldu.
Fındık Nene, güç bela merdivenden indi. Merdivenden inmeye çalıştığı sırada
evde kopan fırtınadan haberi bile olmadı. Merdivenin dibinde duran değneğini
elleriyle arayıp buldu. Değneğine dayanarak doğruldu. Titreyerek, ayaklarını
sürüyerek bahçeye doğru yöneldi. Değneği ile önünü kontrol edip yürümeye
başladı. Mecburen Ahmet koluna girdi.
“Gocalık gapıya gonacak kâr değilmiş” derdi
nenem rahmetlik yavrum. Güler geçerdik, haklıymış meğer gadasını aldığım.
Fındık Nene, doksan küsür yaşında, gün görmüş,
günler geçirmiş bir kadındı. Bir asıra yakın yaşında çok kara gün görmüş
geçirmişti. Kendisi küçük yaştayken annesi vefat etmiş, nenesi büyütmüş onu.
Genç yaşta evlenmiş, kocası vefat etmiş. Sonra Ahmet’in dedesine, Hüseyin
Efendi’ye vermişler onu. Çocuklarından biri, Ahmet’in amcası, pekmez kazanına
düşmüş yedi yaşında, kurtarılamamış. Kızlarından biri gelin olduktan iki ay
sonra salgın hastalıktan vefat etmiş. Ahmet’in dedesi sert mizaçlı bir adammış,
onun aksiliklerine katlanmış. Aslında adı Fatma ama, Ahmet kendini bildi bileli
herkes nenesine Fındık Nene derdi. Dedesi Fındık diye çağırırmış, ondan herkes
de Fındık Nene demeye başlamış olsa gerek.
“Zahmet oldu sana da yavrum. Sağol. Okuyup
hocalar olası. Deden rahmetlik de senden ötürü ‘bu çocuğu okutalım hatun’
derdi. Seni çok severdi rahmetlik, şimdi sevmesin. Oku da vasiyetini yerine
getir yavrum dedenin.”
“Nene ayakta zor duruyon, bahçaya niye gidiyon?”
“Gitmezsem vakit geçmiyor yavrum. Bu bahçayı
dedenle bu hale getirdik. Hep büklüktü bura. Büklerini ben yoldum, taşlarını
deden temizledi, baban askerdeydi o zaman. Erzurum’da askerdi baban, “Erzurumdan
bir kuş geliyor/Sesi bana hoş geliyor/Muharrem ehliyet alamamış/Eli boş
geliyor” diye türkü söyleyerek kazdı buraların taşını.”
Yolda değneğine bir taş takıldı Fındık Nene’nin.
“Ahmet oğlum, şu taşı kenara koy. Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü
aleyhi vesellem, ‘yoldan taşı, dikeni, kemiği kaldırmak sadakadır’ buyurmuş, adına
kurban olduğum. Sadakanın küçüğü büyüğü olmaz yavrum. Allah bire bin verir.
Ufak taş da olsa kenara koy, bir çalı da olsa yoldan kaldır gadasını
aldığım. İyilik karşılıksız kalmaz.
Allah zihnini açar, ömrünü uzatır.”
İki yüz metrelik yolu düşe kalka yarım saatte
ancak gitmişlerdi. Bahçenin evden tarafından girişine geldiler. Fındık Nene,
kabuklarını yoklaya yoklaya dut ağacının etrafını dolaştı. “Bu tudu deden Tutdağından
getirdi diktiydi. Kurt kuş yesin diye aşıladı rahmetlik.” Biraz daha
ilerleyince değneği bahçenin ortasından geçen seki taşlarına çarptı. Orda durdu
Fındık Nene:
“Oğlum bu bağlânın –sekinin- taşları dağılmış
mı? Muharrem bunlara bakmıyo mu? Deden bu bağlaları bahçeden çıkardığı taşlarla
ördü. Bu taşların hepsi bu bahçede goca goca kayalardan bu hale geldi. Kimini
kırdı, gücünün yettiğini mürdünle-manivelalarla yuvarladı getirdi düzledi.”
O sırada eğildi, taşlardan birini yoklayarak
buldu. “Nene elmalara gelmedik daha. Daha gitmemiz lazım.” Nenesi duymadı
Ahmet’i. Sekinin yanına oturdu. Taşları yoklayıp ellerini taşların üzerinde
gezdirmeye başladı.
“Deden bu taşları tek tek yaptı, elleriyle
ördü, her bir taşta dedenin ellerinin izi var oğlum.”
“Özlüyon mu dedemi nene?”
“Özlemez olur mu insan? Elli yıl aynı yastığa
baş koymuşuz. Ne var ne yok beraber kazanmışız. Aha görüyon, dağları bağ
yapmış, koyup gitmiş. Göçüp gideli on altı sene oldu, her gün gelirim, burada
taşları düzlerim, gücüm yetmezse elimi sürerim, Fatihasını gönderirim. Elma
armut ne varsa toplar kah eder konu komşuya dağıtırım ki canına değsin.”
Bir taraftan taşlarda elini gezdirirken bir
taraftan dudakları kıpırdıyordu. Taşlara elini sürdükçe kanı çekilmiş morarmış
damarlarına sanki yeniden kan geliyor, kararmış gözlerinin feri canlanıyordu.
Ahmet, nenesinin ellerine dikkatle baktı. Sanki taşı değil de dedesinin elini
tutuyor gibiydi. Yaşadığı her acıdan bir iz kalmış alnın ortasında, pınarları
kurumuş gözlerinin nemlendiğini gördü.
“Kaldır beni yavrum.”
Değneğini eline verdi. Koluna girip
doğrulmasına yardım etti. Nenesi taşa dayanarak kalktı. Sanki dayandığı taş
değil de dedesinin omzundan güç almıştı Fındık Nene.
“Elma toplayacan mı nene?”
Yok oğlum, yoruldum bugün. Eve götür beni.
Fındık Nene, değneğini son kez, dedesine
ayaklarını öte çek der gibi, hafifçe dokundurdu taşlara.
5 Nisan 2020 Tekerek Yolu/Kahramanmaraş
Yorumlar
Yorum Gönder