Ana içeriğe atla

KIR TAŞI - MEHMET MUHARREMOĞLU

Bismillahirrahmanirrahim diyerek doğruldu duvarın dibinde serili duran yer yatağından. Emekleyerek sofanın ucundaki tahta merdivene doğru ilerledi.
Fındık Nene ayakyoluna gideceği zaman kalkardı yatağından. Onun dışında sürekli yatağında yatar; namaz vakitlerinde yanına koyduğu tandıra teyemmüm ederek yatağın içinde oturduğu yerden, göz ucuyla kılardı namazlarını. Ayakyoluna gideceği zaman da evin arka tarafındaki kısımda bulunan tuvaleti kullanırdı. Sonra arka ayazda duvara tutunarak abdestini alırdı. Duvarlara tutunarak geri yatağına dönerdi. Evdelerse torunu Fatma ya da gelini Döne, koluna girer yardım ederlerdi. Evde yoklarsa Fındık Nene duvarları takip ederek yatağını bulurdu.  Fındık Nene’nin gözleri iyi görmezdi. Sadece aydınlığı ve karanlığı biraz fark ediyordu son zamanlarda. “Azıcık ışıyor yavrum buna da şükür” derdi. Namaz vakitlerini yılların verdiği tecrübeyle tahmin ederdi. Kulağı da iyi duymadığından karşı köylerde okunan ezanı duymaz, “öğlen ezanı ohundu mu yavrum” dediğinde müezzin ya Allahu ekber demiş olurdu ya da eli kulağında olurdu. “Şimdi okundu nene”. “Allahumme Rabbe hâzihî da’veti’t-tâmmeh. Vesselatil kâimeti âti Muhammedenil vesilete vel fazîlete veb’ashu makâmem Mahmudenillezi veadteh. Allahım senin rızan için bugünkü öğlen namazının salati sünnetini gılmaklağa niyet ettim. Yönüm Kıble, Kıblem Kâbe…” Fındık Nene, rahmetlik nenesi Mümine Hoca’dan ilmihal dersi almış.  “Oğlum namaza durduğun zaman karşında Kabe’yi düşün. Farz et ki Sırat Köprüsü’ndesin. Aşağıda Cehennem fokurduyo. Namazını öyle gıl ki o namaz seni karşıya Cennet-i Âlâ’ya ulaştırsın”.
Biraz önce ayaza geçmiş abdest almıştı. Namazını az evvel kıldı. “Nereye gidiyon nene?” “Fatmaaa, neneme bakın. Merdivenden inecek!” Ahmet sağa sola seslendiyse de ne anasına ne de kardeşine duyuramadı sesini. Belli ki hayvanlara bakmaya gitmişlerdi. Nenesi de duymamıştı. Yanına vardı, kolundan tuttu, kulağına bağırarak tekrar sordu.
“Bahçenin başına gadar gidip gelicim yavrum”.
“Nene namazını oturduğun yerden göz ucuynan kılıyon, bahçaya nasıl gidicin! Merdiveni inip çıkamıyorsun. Düşersin.”
“Elimnen ayağımnan yoklayarak inerim yavrum”.
Her gün öğlen namazından sonra bu mücadele yaşanır ve Fındık Nene, inadından vaz geçmezdi. Yoklayarak merdiveni bulur yeni emekleyen bebek gibi arkan arkan el ve ayak yordamıyla merdiveni inerdi.  Yakınlarda kim varsa koşuşturur düşmesin diye ayaklarına merdivenin basamağını bulmasını sağlardı.
Babası oralardaysa o anda, yoksa akşam eve geldiğinde korkuluk döğüşü olurdu. Anası babasına çıkışır, merdiven ve sofa korkuluğu yapmasını isterdi.
“Şu merdivene, sufanın ucuna bir korkuluk çak diyom sana aylardır. Her gün inip çıkıyo. Bazen yenilmiyo, ikindinden sonra da gidiyo. Biz işten güçten yanında olmadığımızda düşerse iyi mi olur!”
Babası da her zaman geçiştirirdi. “Yapak hemen, haklısın hanım. Çay hazır mı?”
“Ben söylüyom söylüyom dinlemiyo. Sen de iki tahta çakmaya eriniyon. Altı üstü iki tahta üç beş çivi değil mi! Bir de bahçadan elma topluyo eteğine. Gözü de görmüyo, uluk delik ne bulursa alıp geliyo. Onları da gurduynan uluğuynan kah yapıp ayaza sermeye kalkıyo. Allah muhafaza ya sufadan ya ayazdan düşecek diye korkuyom. Yaptığı da işe yaramıyo, uluk delik…”
Bu çekişme her gün tekrarlanır, ne korkuluk yapılır ne de nene bahçeye gitmekten vaz geçirilebilirdi. Gene aynısı oldu. Fındık Nene, güç bela merdivenden indi. Merdivenden inmeye çalıştığı sırada evde kopan fırtınadan haberi bile olmadı. Merdivenin dibinde duran değneğini elleriyle arayıp buldu. Değneğine dayanarak doğruldu. Titreyerek, ayaklarını sürüyerek bahçeye doğru yöneldi. Değneği ile önünü kontrol edip yürümeye başladı. Mecburen Ahmet koluna girdi.
“Gocalık gapıya gonacak kâr değilmiş” derdi nenem rahmetlik yavrum. Güler geçerdik, haklıymış meğer gadasını aldığım.
Fındık Nene, doksan küsür yaşında, gün görmüş, günler geçirmiş bir kadındı. Bir asıra yakın yaşında çok kara gün görmüş geçirmişti. Kendisi küçük yaştayken annesi vefat etmiş, nenesi büyütmüş onu. Genç yaşta evlenmiş, kocası vefat etmiş. Sonra Ahmet’in dedesine, Hüseyin Efendi’ye vermişler onu. Çocuklarından biri, Ahmet’in amcası, pekmez kazanına düşmüş yedi yaşında, kurtarılamamış. Kızlarından biri gelin olduktan iki ay sonra salgın hastalıktan vefat etmiş. Ahmet’in dedesi sert mizaçlı bir adammış, onun aksiliklerine katlanmış. Aslında adı Fatma ama, Ahmet kendini bildi bileli herkes nenesine Fındık Nene derdi. Dedesi Fındık diye çağırırmış, ondan herkes de Fındık Nene demeye başlamış olsa gerek.
“Zahmet oldu sana da yavrum. Sağol. Okuyup hocalar olası. Deden rahmetlik de senden ötürü ‘bu çocuğu okutalım hatun’ derdi. Seni çok severdi rahmetlik, şimdi sevmesin. Oku da vasiyetini yerine getir yavrum dedenin.”
“Nene ayakta zor duruyon, bahçaya niye gidiyon?”
“Gitmezsem vakit geçmiyor yavrum. Bu bahçayı dedenle bu hale getirdik. Hep büklüktü bura. Büklerini ben yoldum, taşlarını deden temizledi, baban askerdeydi o zaman. Erzurum’da askerdi baban, “Erzurumdan bir kuş geliyor/Sesi bana hoş geliyor/Muharrem ehliyet alamamış/Eli boş geliyor” diye türkü söyleyerek kazdı buraların taşını.”
Yolda değneğine bir taş takıldı Fındık Nene’nin. “Ahmet oğlum, şu taşı kenara koy. Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem, ‘yoldan taşı, dikeni, kemiği kaldırmak sadakadır’ buyurmuş, adına kurban olduğum. Sadakanın küçüğü büyüğü olmaz yavrum. Allah bire bin verir. Ufak taş da olsa kenara koy, bir çalı da olsa yoldan kaldır gadasını aldığım.  İyilik karşılıksız kalmaz. Allah zihnini açar, ömrünü uzatır.”
İki yüz metrelik yolu düşe kalka yarım saatte ancak gitmişlerdi. Bahçenin evden tarafından girişine geldiler. Fındık Nene, kabuklarını yoklaya yoklaya dut ağacının etrafını dolaştı. “Bu tudu deden Tutdağından getirdi diktiydi. Kurt kuş yesin diye aşıladı rahmetlik.” Biraz daha ilerleyince değneği bahçenin ortasından geçen seki taşlarına çarptı. Orda durdu Fındık Nene:
“Oğlum bu bağlânın –sekinin- taşları dağılmış mı? Muharrem bunlara bakmıyo mu? Deden bu bağlaları bahçeden çıkardığı taşlarla ördü. Bu taşların hepsi bu bahçede goca goca kayalardan bu hale geldi. Kimini kırdı, gücünün yettiğini mürdünle-manivelalarla yuvarladı getirdi düzledi.”
O sırada eğildi, taşlardan birini yoklayarak buldu. “Nene elmalara gelmedik daha. Daha gitmemiz lazım.” Nenesi duymadı Ahmet’i. Sekinin yanına oturdu. Taşları yoklayıp ellerini taşların üzerinde gezdirmeye başladı.
“Deden bu taşları tek tek yaptı, elleriyle ördü, her bir taşta dedenin ellerinin izi var oğlum.”
“Özlüyon mu dedemi nene?”
“Özlemez olur mu insan? Elli yıl aynı yastığa baş koymuşuz. Ne var ne yok beraber kazanmışız. Aha görüyon, dağları bağ yapmış, koyup gitmiş. Göçüp gideli on altı sene oldu, her gün gelirim, burada taşları düzlerim, gücüm yetmezse elimi sürerim, Fatihasını gönderirim. Elma armut ne varsa toplar kah eder konu komşuya dağıtırım ki canına değsin.”
Bir taraftan taşlarda elini gezdirirken bir taraftan dudakları kıpırdıyordu. Taşlara elini sürdükçe kanı çekilmiş morarmış damarlarına sanki yeniden kan geliyor, kararmış gözlerinin feri canlanıyordu. Ahmet, nenesinin ellerine dikkatle baktı. Sanki taşı değil de dedesinin elini tutuyor gibiydi. Yaşadığı her acıdan bir iz kalmış alnın ortasında, pınarları kurumuş gözlerinin nemlendiğini gördü.
“Kaldır beni yavrum.”
Değneğini eline verdi. Koluna girip doğrulmasına yardım etti. Nenesi taşa dayanarak kalktı. Sanki dayandığı taş değil de dedesinin omzundan güç almıştı Fındık Nene.
“Elma toplayacan mı nene?”
Yok oğlum, yoruldum bugün. Eve götür beni.
Fındık Nene, değneğini son kez, dedesine ayaklarını öte çek der gibi, hafifçe dokundurdu taşlara.

5 Nisan 2020 Tekerek Yolu/Kahramanmaraş

Yorumlar