Muhterem efendim.
Ulaşmak istediğimiz bir Menzil vardı: İlim
yolcularıydık. Denkler dizilmiş, develer hazırlanmıştı. Kendimizden büyük
ideallerimiz vardı.
Heyecanlıydık. Okuyup adam olacaktık.
Memleket omuzlarımızda yükselecekti. Bu halimizle kendimizi Kürşad'ın askerleri
gibi hissediyorduk.
Erkenden kalktık o gece. Zorlu bir
yolculuğa çıkacaktık. Ama uyku nerde? Sabah yıldızını bekleyecektik artık. Ne
uzun ve ne karanlık gece idi Rabbim!
Birden bulutlar sarmıştı etrafımızı.
Yoksa yolculuk ertelenecek miydi? Bu havada çıkarsak yolumuzu kaybedebilirdik.
Kara bulutlar iyiye alamet değildi. Üstelik yolumuz çetindi.
Bekliyorduk; sabırsızlıkla ve heyecanla.
"Ve bir yıldız doğdu geceden". Vakti bilmiyorduk; sandık ki sabah
yıldızıdır. "Çıkılan yoldan dönülmezdi" değil mi efendim? Kürşad da
böyle demişti erlerine. Bir defa develer hazırlanmış, kalemler kuşanılmıştı.
Yükledik develeri: "Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle".
Yola çıktık böylece efendim. Kimimiz
Konya'ya, kimimiz İstanbul'a, Ankara'ya yürüdük.
İlerliyorduk sarp kayaların arasında.
Ama havanın açılacağı yoktu. Sabah olmuyordu, bulutlar toplanmaya devam
ediyordu. Ve tipi bastırdı efendim, göz gözü görmez oldu. Şuursuzca yol almaya
devam ettik. Develerimizi kaybetmiştik. Kılavuzumuzun işaretlerini
göremiyorduk. Sesini sert bozkır rüzgârı dağıtıyordu. Sağımızdan sesleniyorsa,
ses solumuzda duyuluyordu.
Bazılarımız fal açmaya başladı. Kimimiz
"çıktığı kız"la Şanlı Edesa'da Hamburger yemeğe gitti. Bazılarımız
okulu bir an önce bitirip "masa"nın başına geçmeyi düşünür oldu.
Kimisi de toplumla bütün ilgisini kopararak kitapların içine gömüldü. Bu öyle
bir dereceye vardı ki, memleketin ağabeyi gelse "sen de nerden
çıktın" diye sorar oldu.
Ben mi muhterem efendim? Her akşam
güneşin batışını seyretmeye gidiyorum. Ardımda Ankara'nın tozu dumanı, çarpık
ilişkileri, sol tarafta çatılara gerilmiş metal çarmıhlar, yanımda yönümde süs
köpekleri... Evlerin bitip uzakta şantiyelerin, trafoların görüldüğü bir
tepenin üzerinde, çakır dikenlerinin arasına oturuyorum ve Ankara'ya lanetler
okuyarak mı, dualar ederek mi ayrıldığını henüz bilmediğim güneşin batışını
seyrediyorum. Ama şunu biliyorum ki güneş nasıl Ankara'ya, her şehre doğduğu
gibi doğuyorsa; Ankara'da da her şehirde battığı gibi batıyor. Ardından kurşun
rengi karışımı bir kızıllık bırakarak.
Bu halimizle Kervankıran yıldızına kanıp
yola çıkan kervana ne kadar benziyoruz değil mi efendim? Bizim de ardımızdan
bir türkü kalır mı bilmem?
Şimdi ne zaman "bir yıldız doğdu
yüceden" türküsünü duysam, aklıma hep o kervanın hazin hikayesi gelir. Bir
de Ankara'da güneşin batışı.
Muhterem efendim.
Aynı şartlar altında size çok iyimser
tablolar da sunabilirdim. Bu mümkün belki de ve bana "teselli de
verebilirdi". Hatta nutuklar da atabilirdim: "Kervan yeniden
toplanacak, yolumuza aynı hızla devam edeceğiz". Bu da mümkün.
Beklediğimiz ve olması gereken de bu zaten. Ama benim yapacağım zevahiri
kurtarmaktan başka bir şey olmazdı. Biliyorum ki bizim kitabımızda ucuz
kahramanlığa yer yok.
Ankara mı? Ankara bildiğimiz gibi efendim.
Ankara bugünlerde "tao”yu tüketiyor. Ve bol bol "itburnu"
içiyor.
Ankara'da tabiat, ilişkiler gibi resmi.
Yağmur bir geliyor sağanak halinde, bir geçiyor. Sonuçta Ankara'ya yağmur
yağıyor. Ankara'nın kırkikindileri arasından hürmetlerimi ve selamlarımı kabul
eder misiniz muhterem efendim?
17 Temmuz 1995
Yorumlar
Yorum Gönder