Ana içeriğe atla

TESTİYİ KIRDIK BİZ - ALİŞAN GENÇ

Bizim bir medeniyetimiz vardı. Okyanusa akan büyük ırmaklar gibi coşkun bir medeniyetti bizimki. Hayatın merkezinde insan, insanın merkezinde kalp vardı. İnsanın varoluş gayesine birlikte bir yürüyüştü bizimki. Derya içreydik ve deryadan haberdardık. Atımızı derya üzre sonsuzluğa koşturuyorduk. Cebel-i Tarık’ta, Boğaziçi’nde deryanın üstüne sürüyorduk atımızı. Selahaddin-i Eyyübî idik, Tarık bin Ziyad’dık, Fatih Sultan Muhammed Han’dık.

Billur bir kâsede bir bardak suydu bizim için hayat. Kitabımız, kitabelerimiz vardı. Bizim şehirlerimiz vardı, şehir merkezlerimiz vardı. İçinde benliğimizi kaybettiğimiz, eriyik haline geldiğimiz görkemli mabetlerimiz vardı. Celî, sülüs, divanî çeşmelerimiz vardı. “Su yerine süs akardı” çeşmelerimizden. Bizim bir medeniyetimiz vardı. Kazmayı dağa vururduk ama dağın kalbini incitmezdik. Bir “su kasidemiz” vardı bizim. “Su vakfiyelerimiz” vardı. Suyu, Allah’ın mülkü bilir, suyla arınırdık.

Çeşmenin başında biz vardık. Hancı da bizdik, yolcu da biz. “Eyyüp gibi ağlar, sular gibi çağlardık”. ‘Selsebil’ bizimdi. ‘Sebil’ bizim, ‘hayrat’ bizimdi. Gelen geçen yolcuya kimliğini, aidiyetini, memleketini, nesebini sormadan su ikram ediyorduk. “Su gibi aziz ol” duasından öte muradımız, beklentimiz yoktu. Su gibi azizdik. Şehirlerimizin kalbi camilerdi. Şadırvanda yunup yıkanarak şehrin, yani hayatın kalbine giriyorduk.

Heyhat, şimdi şehirlerimizin merkezi değişti, dolayısıyla mihrak noktamız değişti. Görkemli kuleler, yüksek binalar zapt eyledi kalplerimizi. “Ol mahiler gibi derya içre deryadan habersiz” kaldık. Bu kuraklıkta artık şair “he’nin iki gözü iki çeşme” demeyecek, muganni ayrılığını “işte gidiyorum çeşm-i siyahım” diye terennüm etmeyecek. Gözsüz, gözeneksiz kaldık. Çeşme, “göz”dü. Gözümüze göz değdi. Medeniyetimizi, estetiğimizi, mihrak noktamızı terk ettik. Biz, kelimelerimizi de, cümlemizi de kaybettik.

Tokat bizim, Bolvadin bizim, Üsküdar bizim, Sivas bizim olmasına bizim, ama Gök Medrese’den haberdar değiliz. Gök Medrese için yolumuzu bir defacık değiştirmiyoruz. Kazara duymuş, fotoğrafını görmüşsek, bin yılın en güzel çeşmesinin orada, muhteşem Selçuklu abidesinin dizinin dibinde olduğundan, medeniyetimizin bin yıl o çeşmenin lülelerinden bu toprağın insanını emzirdiğinden haberdar değiliz. Kendimizden bîhaberiz. “Çeşme-i ab-ı zülâl”den, “çeşme-i kevser”den, “çeşme-i dilkûşâ”dan haberdar değiliz. Neyi yitirdiğimizden de haberdar değiliz. Nasıl da kıymış, “nuriayn çeşmesi”ni ellerimizle yıkmışız da, bir daha onarmamışız. Bir daha insanlığa bir bardak su sunmamışız. Nasıl da vakıf malını talan etmişiz!.. 

Kurtuba’ya, Kahire’ye, Merakeş’e, Tunus’a, Cezayir’e, yani elimizden gidenlere çok ağıt yaktık. Her fırsatta ortak bir tarihten, ortak bir kültürden söz ediyoruz, ama biz Sultanahmet Çeşmesi’nden bile haberdar değiliz. Kurtuba’da, Merakeş’te, Kahire’de, Tunus’ta, Cezayir’de çeşmelerimiz kaldı. Ama artık oralarda neler bıraktığımıza da bakmıyoruz. Bakmıyoruz, çünkü Mihrimah Hatun Çeşmesi, Bezmialem Valide Sultan Çeşmesi, Selim-i Sani Çeşmesi, Sultanahmet Çeşmesi’nin su yerine süs akan lülelerine bir defacık olsun eğilmemişiz. Sultanahmet bizim için bir tramvay durağı, Üsküdar bir iskele.

İnanın, bize çeşme armağan edilirdi bir zamanlar. Şimdi kimsenin aklına gelmez. Bilirlerdi ki, biz bir su medeniyetinin çocuklarıyız. Bilirlerdi ki, kalplerimiz ab-ı zülâl ile kabarır. Alman Çeşmesi öyle bir armağandı. Bizi döne döne medeniyetimizin köklerine çağıran Sezai Karakoç’un “Sultanahmet Çeşmesi” şiirini hatırlıyorsunuz değil mi:

“Su yerin süs akıyor / Deliklerinden / Eğilmiş ölümsüz ince bilekli / Cariyeler bakıyor / Derinlerden geliyor sesleri / Önünde dokuz minare / Aynalar kadar aydınlık yüreği. / Kilise öte yanında yara bere/ İçinde kendini sessiz bir oluşa bırakıyor / Değiştiriyor deri / Tramvayın köşeleri sarıdır / Ortasında oturmuş mesut bir sağır / Bütün gün türkü çağırır / Erir çeşmenin iki göz bebeği / Ben o kanlı kızgın / Gözyaşlarıyım çeşmenin.”

Fatih, İstanbul’u fethettiğinde tam kırk çeşme yaptırmış. Kırk çeşme dörtyüzseksendokuz yıl hizmet verdikten sonra, bindokuzyüzkırkikide yıktırılmış. Yeniden yapılacağı söylenmiş, ama geçen altmış yılda yenisi yapılmamış. Biz iddiamızdan vaz geçmişiz. Bahçelerimizi gülden, laleden, süs çeşmelerinden  mahrum bırakmışız. Bir hayat biçiminden vaz geçmişiz. Mahallelerimizi mahalle çeşmesinden, üçüz çeşmelerden, çatal çeşmelerden temizlemişiz. Sebil yok hayatımızda, selsebil yok, hayrat yok. Adalet üretmiyor; güvenlik istiyor, sosyal güvenlik talep ediyoruz.

Bizim bir medeniyetimiz vardı. Bir geleneğimiz. Çeşme vakfederdik biz. Çeşme. Yani göz.  İki gözümüz iki çeşme değilken yani. “He”den ayrılmamışken biz. Gedik çeşmelerimiz vardı, sokak çeşmelerimiz, meydan çeşmelerimiz vardı, hayrat çeşmelerimiz vardı,  şadırvan çeşmelerimiz, saka çeşmelerimiz, sebil çeşmelerimiz vardı.

Bir biz vardık. Biz bir zamanlar sakaydık. Çeşme-i ab-ı zülâl denirdi çeşmelerimize. Koca Kanunî, şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere su yolunun yapımını emrettiğinde, zayıfların, yaşlı, hasta ve çocukların testilerini kolayca doldurabilmelerinin teminine dikkat çekmiş ve onlardan dua etmelerini istemişti. Ve Fatih kırk çeşme yaptırmıştı. 1942’ye kadar ayakta duracak ve 1942’de yıktırılacak kırk vakıf çeşme. Ve III. Gıyaseddin Keyhüsrev 1271’de Gökmedrese’yi ve Gökmedrese’nin dizinin dibindeki o muhteşem çeşmeyi yaptırmıştı.

Biz testiyi kırdık.

Zemzem dolusu testiyi kırdık biz.

Su haznelerini kapattık çıfıt çarşısından aldığımız çaputla.

Suya giderken susuz kaldık.

Şehirlerimiz satılsa, Tophane Meydan Çeşmesi kadar kıymeti harbiyesi yok...

 

Semerkand Dergisi, Yıl:3, Sayı: 34, Ekim 2001


Yorumlar