Ana içeriğe atla

BİR ŞAŞI GÖZ - M. CİHAN ALLİŞ

 Efendim merhabalar.

Ben 67 yaşında, 8 çocuk babası, eşini toprağa vermiş, torunlarının isimlerini birbirine karıştıran, günde 20 farklı ilaç tüketen, birkaç kez Hacca gidip “Hacı”; biraz para kazanıp da eli bol olunca “ağa” olarak anılan bir ihtiyarım. Köylüm sağ olsun, “Hacı” olarak da “ağa” olarak da “Hacı Ağa” olarak da beni bildi. Ben de yıllarımı bu yakıştırmalara layık olmaya çalışarak geçirdim. Arada sırada da “El alem ne der?” endişesinden ailemi müşkül durumda bıraktım. Haklarını helal etsinler.

Bakmayın böyle tek nefeste derdimi anlatabildiğime. Bu toprakların her ihtiyar adamı gibi derdini anlatmaktan acizim ben de. Dert benim de, anlatan ben değilim bu sefer.

Sebze meyve sattığım, ömrümü verdiğim ve nice ömürleri de çürüten hal dükkanıma kara bir oğlan geldi. “Hikâye Malzemesi Dükkânı” diye bir yerde çalışıyormuş. Harçlık vermek için elimi cebime attığımda beni ikaz edip “Hacı Emmi hele 2 çay söyle de içelim.” dedi.  Ne iş yaptığını anlamadım ama küçük esnafa da yardımcı olmak lazım tabi. “Hacı Ağa’ya” bu yakışır. Ben ne anlatırsam razıymış.  Sanayide lazım olan parçaları toplamaya çıkmış eleman gibiymiş, çantacılık yapan kuyumcu gibi değil. Zaten eskisi gibi iş yok. Akşama kadar birileri gelsin, ellerimle demlediğim çayımdan içsin diye bekleyip duruyorum. Konuşmayı pek sevmem. Belirli bir yaştan sonra hatıralara boğulur, birbirimize onları anlatırız biz. Çok şükür her gelenle de kamyon kamyon hatıram vardır. Son yıllarda dostları öteki tarafa uğurladıkça kamyon kamyon olan hatıralar ölümü hatırlatır oldu. Ölüm ise yaklaştıkça uzak kalınmaya çalışılan bir şeymiş…

En yakın ölümü ise geçtiğimiz yaz eşimle yaşadım. Öylece geçiverdi öte tarafa. Kimseyi yormadan, incitmeden; yedi kat yabancı bir misafirlikte “Müsaade Allah’tan” der gibi. Taziyesi 5 günden fazla sürdü. Belki de şehirdeki her cemaatten insan gelip Kur’an’ını, Fatiha’sını okuyup gitti. Çok şükür beni de halime koymadılar, ağlayayım. Bu yaşıma kadar ana, baba, kardeş, birkaç aylık evlat, dost kaybettim ama kimsenin önünde göz yaşı dökmedim hamdolsun. Tahammülümün imanımdan geldiğine inandım. Meğerse bu imtihana hazırlanmışım. Bu sefer erkek gibi ağlamak istedim.

Yirmili yaşlara gelir gelmez evlendirilen, evlenmeye heves eden ağabeylerim, amcalarım iş kurmadan, askere gitmeden, anasının evinden ayrılamadan yuva kurmaya çalıştılar. Yengelerimin çektiklerini ise hep görmezden geldiler. İlk gençlik yıllarımda evim, mesleğim hazır olmadan; askerliğimi yapmadan evlenmemeye karar verdim. Kınayan bakışlara rağmen çok şükür, 26 yaşımda hepsini hallettim.

Köyün öte yüzünden haber geldi. Helal haram bilen, ailesinin hali vakti yerinde, eli ayağı sağlam bir kızcağız varmış. Bu kadarı yeterli olmasına rağmen haberin arkası kesilmedi: portakal çiçeği gibi teni, portakal yeşili gözleri varmış. (Bu kısımda Hacı Emmi “merhume razı olmaz” diyerek hanım efendinin saçlarının tasvir edilmesine müsaade etmemiştir.)

Portakal yeşili göz… Şu köyde dolu muhacir var, hiçbirinde öyle bir göz yok. Öyle göz olur mu? Bu habere ne gerek vardı? Helal haram bilirmiş, namazını kılarmış… yeterdi işte. Portakal dediğin bizim geçim sırrımız. Hoş, o gözler de bizim geçim sırrımız olmasın mı?

Gün geldi, kız istendi, mehir olarak Hac sözü verildi, nişan yapıldı, düğün çalındı. Dört elif miktarı kadar karşılıklı kollarımızı açıp oynadık da başımı kaldırıp yüzüne bakamadım. Ta ki kurmak için dört bekar yılımı verdiğim evimize gelene dek.


Göz göze geldiğimiz, daha doğrusu hanımın birbirini tutmayan gözleriyle karşılaştığımda devrik olan gözünün devrik olduğu yöne düşmemek için tuttum kendimi. İki metreye yakın boyumla ayakta durmamı zorlaştıran heyecanım, üzerimden çekilip alındı sonra. Delikanlılığın vermiş olduğu toy bir öfke ile de benden önce bu gözleri gören herkesle selamı sabahı o an kestim. Anam, halam, teyzelerim… Allah'ın gücüne gider diye de kimseye derdimi anlatamadım. İçimden kör olasıca bir ses sürekli “Bana şaşı bir kızı mı layık gördüler?” deyip duruyordu.

Gözlerine bakmaya çalışırkenki kararsızlığımdan anlamış olacak, doğrudan bana bakabilen sağ gözünün portakal yeşilindeki mahcubiyet ile göz göze geldim. Biraz özür, biraz teselli mahiyetinde önce alnından, sonra sağlam olan gözünden, sonra burnunun ucundan öptüm onu.

İlk çocuğumuz dünyaya gelene kadar gözlerine bakmamaya çalıştım. Ola ki bakışlarımdaki kararsızlık kalbini kırar diye. Yıllar sonra kendisi “Herif o zamanlar yüzüme bile bakmazdı…” diyerek anlattı bu zamanları. Ben ise sadece tebessüm ettim.

Çocuk doğduğunda camide hocayı dinliyordum. O zamanlar şimdiki kadar kitap yoktu. Hoca, Kimya’yı Saadet diye kara kaplı bir kitaptan okuyup dili döndüğünce bir şeyler anlatıyordu. Zeynep Ebe’nin küçük oğlu haberi kulağıma fısıldayıp beni ayağa fırlattığında aklımda kalan tek şey “saadet” kelimesinin “mutluluk” demek olduğuydu.

Eve girer girmez “Saadet nerde?” demişim. Hanım bu ismi pek beğenmiş. “Burada Bey!” diye içeriden seslendi. Önce bir kucak mutluluk verdiler ellerime. Haberimin bile olmadığı göğsümdeki dev boşluğu sadece bu küçücük bebeğin doldurabileceğini hissettim. Sonra hanıma doğru eğilip o günden sonraki tüm buselerimin ilki olarak, bana bakamayan sol gözünden öptüm onu.

Yorumlar