Güneş çoktan batmıştı; fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü. Sıcak iklimlerin akşamlarında, zaten, bizim sabahlarımızda duyulan neşe daha doğrusu, bir hayata, rahata giriş keyfi vardır. Gözlerinizin çiğ ışıktan ve göğsünüzün nefes darlığından kurtulacağını düşünerek bir şeyler yapmak, bir zevke hazırlanmak istersiniz. Ben de emirerine dam üstünde nargilemi hazırlatmıştım, kahvemi bekliyordum; birden avluya dört atlı girdi, dört silahlı Bedevi…
Bu dediğim tarihte Sultan Hamit’in Suriye’deki çöl çiftliklerinden birinde müdürdüm. O zamanlar böyle yerlere subaylardan kâhya, askerlerden korucu gönderilirdi; aşiret Araplarının akınlarına karşı koymak için…Gelenlerin en yaşlısı,
kısrağından inip karşıma dikildi. Sordum:
“Hayrola, ya Şeyh?”
Mesele her zaman olan
işlerden: İki aşiret, bir gazve (cenk, savaş) esnasında çarpışmışlar, bu dört
kişi güç bela baskından kurtulup bana sığınmış, geceyi geçirmek istiyorlar.
Dördü de silahlarını bırakıp etrafıma, damın toprak zeminine çömeldiler.
Yaşlısı maşlahlıydı; öbürleri sadece birer entari giymişlerdi; abonoz saçları
upuzun, örülü ve cıvık yağlıydı; kulaklarından demir halkalar sarkıyordu.
Bunlar konuşmuyorlardı; dişleri bembeyaz ve gözleri simsiyah parlayarak bizi
dikkatle dinliyorlardı.
Ne konuşacaktık? Şammar
aşiretinin kaç çadırı, Hadidilerin kaç koyunu vardı?...
Bir aralık karşımdaki gencin
birisi hafifçe inledi. Şeyh sordu:
“Hasta mısın?”
“Hayır.”
“Yaralı mısın?”
“Galiba!”
Ve omzunu işaret etti. Ere
seslenip feneri getirttim. Oralarda fener ve lamba ancak böyle işlerde, mühim
sebepler oldukça kullanılır. Ay olmasa da yıldızlar yakından pırıldaşır;
yıldızlar bile örtülse gene gökte ışık yerine geçen bir cila parlar. Bedevi’nin
sırtına baktık. Sol tarafından bir kurşun yemiş. Kan, içine sızmış olacak ki
entarisi boyanmamış. Yalnız yaranın ağzında kurumuş kahve telvesini andıran
pıhtılar birikmiş; güneşten kerpiç kesmiş olan kan pıhtıları…
“Kurşun içeride kalmış!”
dedim.
Şeyh başıyla tasdik etti.
Sonra hiçbir şey demeden erin elinden feneri aldı, avluya indi. Yere eğilmiş,
uzun uzun, bir şeyler aradığını yukarıdan görüyorduk. Neden sonra geldi: Bir
çürük değnek parçası ve mundar bir paçavra ile…
Yoğurt süzdüğümüz eski, çürük
torbadan atılmış bir parça …
Bu paçavrayı değneğe iyice;
sıkıca sardı; dişleriyle bir de düğüm yaptı.
“Zeytinyağı bulunur mu?”
“Olacak… “
Gençlerden birine döndü, bir
şeyler söyledi. O, aşağı indikten biraz sonra burnuma mutfaktan yana, tavada
yakılan bir zeytinyağı kokusu geliyordu.
Anladım ki bir ameliyata
hazırlanıyoruz.
Yaralının sırtından entarisini
çektiler. Şeyh benden çakımı istedi ve uzun ağzını açıp birden yaranın içine
daldırdı. Bir kavunun bereli, acı yerini oyup nasıl atarsak öyle yaptı. Fakat
bu parçanın elyafı bedenden tamamen ayrılmamıştı ki çektiği zaman çıkmadı;
altından lastik bağlara takılı imiş gibi çakının ucundan kayıp tekrar yaradaki
yerine girdi. Çekip koparmak lazım gelmişti; hem de epeyce asılarak…
Yaralı “Of!” bile demedi;
sadece, omzunu, şöyle, bir sinek konmuş gibi oynatmıştı. Şeyh buna bile kızdı:
“Ayıp!” dedi. Genç taş
kesildi.
Şimdi Şeyh ‘in iki parmağı
-kirli, kara tırnaklı kadit parmakları – yaranın içine paslı bir kıskaç, bir
kerpeten gibi sokulmuştu. Kurşunu bulmuş, yakalamış olacaktı ki yerinden
oynatmak için tıpkı çekiçsiz ve kesersiz nasıl bir tahtadan çivi çıkarmaya
uğraşırsak, öyle, iki tarafa sallamaya, ırgalamaya başladı. Sonra büktü … Sağa
büktü, sola büktü. Her büküşünde yaradan koyu, kalın bir kan tabakası
kabarıyordu. Sönük petrol ışığının altında katran gibi görünen ve sıcaklığı
duyulan bir kan tabakası… Sade sıcaklığı değil, öğürtücü kokusunu da
duyuyordum. Çocukluğumun Kurban Bayramı kokusu!
Şeyh, yere, ayaklarımızın
altına bıraktığı deminki tıkacı eline aldı; ben gözlerimi istemeyerek kapadım.
Açtığım zaman bu tıkaç yaranın içinde idi; belli ki biraz güçlükle girmişti,
zor işliyordu. İşliyordu diyorum; zira Şeyh’in merhametsiz eli bunu taş
ocaklarında barut deliği açanların küsküsü gibi sert, granit sırtına bir tarafına
daldırıp daldırıp çıkarıyor ve her çıkarışında etrafa kan, pıhtı zifosu
serpiştiriyordu. Bir aralık kan fazlalaştı. Tıkanmış bir musluk yalağına nasıl
bir tel veya değnek soktuğunuz zaman, aşağıdan yer bulamayan su taşarsa, öyle
mecrasız bir kan kabartısı…
Bu kan yavaş yavaş azaldı,
duruldu, kesildi.
O zaman Şeyh yaralıya ilk
defa, şefkatle hitap etti:
“Sabret evlat!”
Bedevi genci cevap vermedi,
“Gık!” demedi, hatta kımıldamadı, bir adalesi bile titremedi. Anladım ki müthiş
bir şey olacak! Bu iş de oldu: İsli tavasıyla kaynar zeytinyağım getirmişlerdi;
yağ pek ustalıklı bir şekilde, bir damlası etrafa sıçratılmadan, dar ağızlı bir
şişeye hunisiz mayi aktarılır gibi, yaraya ağır ağır boşaltıldı.
Zavallı Bedevi buna da
dayanmaya çalıştı. Fakat sonunda bir:
“Ya Allah!” dedi, diz üstü
çöktü.
Ben, bozuk Arapçamla, ora
dilini takliden; “öldü” manasına: “Mut!” diye haykırdım.
Şeyh cevap verdi:
“Halas!” (kurtuluş, kurtulma )
Ertesi sabah uyandığım vakit
dört at ve dört Bedevi duruyordu. Gazveciler veda ve teşekkür için beni
bekliyorlar.
Yaralı belki solgundu,
süzüktü, ateş içindeydi. Fakat bu Bedevilerin rengini, halini sezmek o kadar
güçtür ki… Elimi öptü; yalnız şunu söyledi:
“Şu bindiğim kısrağım gebedir;
yavrusu senindir!” Kısrağına atlarken ona kimse yardım etmedi. Arkalarından
baktım. Dördü de dik, dinç görünüyorlardı; dördü de keyifli gibi idiler. Ben
kızıl kanlı, yaraya dökülünce yanık et kokusu veren kaynar zeytinyağını
düşünüyor, dişlerimi sıkıyordum.
***
Siz o tayı görmeliydiniz… Ha,
evet söylemeyi unuttum: Olaydan üç sene sonra, ben çiftlikte yokken bir Bedevi
gelip bir tay bırakmış, “Paşaya vaat etmiştim, kendisi bilir!” demiş, gitmiş.
Paşa dediği benim… Daha o zaman teğmendim. Fakat Bedevi’nin gözünde bir Türk subayı daima paşadır.
Şişli/1938
Yorumlar
Yorum Gönder