Ey görklü derviş, ey büyük ozan!... Bugüne kadar, senin bıraktığın bozkırlara senin gönül pencerenden bakmak nasip olmadı bana! Evet, ben de geçtim geçtiğin bozkırlardan... Ama yüzyılların dirençsizliğini, yıkık döküklüğünü modern zamanlara tutuşturan bu kararsız şehirleri, bu bitkin kasabaları kâh bir acımayla, kâh bir isyanla seyrettim o kadar. O kadardı gençliğimin merceği... Zamanı okumaktan, halkı yorumlamaktan, onu sayısız çileye rağmen asırlarca ayakta tutan sebepleri yoklamaktan uzaktım. Artık ilk gençlik yıllarım geride kaldı; yalnızca satıhtaki bozukluklar üzerine konuşan o toy yanlarım terk etti beni. Bugün, yaşadığım toprakların hem tarihi, hem talihi üzerine düşünürken, bütün açıklamaların kavşağında, sultanların, beylerin, bitip tükenmeyen savaşların ya da bitkin bir halkın değil de, senin durduğunu biliyorum. Biliyorum ki, “darı”ya hâlâ “darı” diyorsak ve hâlâ bir “sarı çiçek”le konuşmayı umuyorsak, senin kayıta ihtiyaç duyulmayan okulun sayesindedir... Oysa ben...